Giyim kuşamın modası olduğu gibi, ekonomik doktrinlerin de bir modası
var. Her iki modanın da nesnel temelleri, teknoloji ve gelir düzeyi ile
yakından ilgili. Moda gelir geçer bir şey olduğu için, eğer hemen ayak
uyduramazsanız, siz modayı benimsediğinizde belki de çoktan modası
geçmiş olur.
Görünen o ki, küreselleşme akımının modası da son demlerini yaşıyor. Tam da biz küresel ekonomi olmaya heveslenmişken. Küreselleşmenin bir günde toptan çöpe atılması mümkün değil tabii, ancak bir dönüşümün başladığını anlamamız gerek. Peki, ABD merkezli Batı, yıllarca savunduğu, adına yüzlerce makale kitap yazılan bir doktrinden neden vazgeçer?
Küreselleşme akımının ortaya çıkışının, Batı ekonomik sisteminin yüksek üretim maliyetleri ve düşük verimlilik dönemine denk gelmesi tesadüf değildi. Sermayenin küresel açılımı olmasa ve üretim ucuz işgücü, ucuz girdi maliyetlerinin olduğu ülkelere kaymasa Batı ekonomik sistemi refah düzeyi bugünkü seviyelerde olamazdı. Çalışan kesimin gelirleri artmadığı halde arz yönlü küresel deflasyon sayesinde alım güçleri yükseldi.
Küreselleşme bu anlamda batı ekonomilerine yapısal dönüşüm için çok kıymetli zaman kazandırdı. Bu dönüşümün liderliğini bırakmayan ABD 60'lı yıllardan itibaren endüstriyel sanayi ürünlerindeki pazar hâkimiyetini diğer ülkelere terk ederken, üniversitelerinin kapısını ardına kadar yabancı öğrencilere açıp beyin göçünün merkezi haline geldi. Sanayi eğitim işbirliği konularında da önemli adımlar atıldı.
Bu dönüşüm, kısa sürede meyvelerini vermeye başladı. Yarı iletken teknolojisi, yazılım, bilgisayar gibi kavramlar hayatımıza yerleşmeye başladı.
Alman malı makineler, Japon malı arabalar ABD pazarında hâkimiyet sağladığında, Amerikan malı teknoloji ürünleri dünyaya yayılmaya başlamıştı bile. Bugün hayatımızın ayrılmaz parçası haline gelen yazılım ve donanım teknoloji şirketlerinin neredeyse tamamının ABD kökenli olması sanırım her şeyi anlatmaya yetiyor. Peki bu nasıl oldu?
Sanayinin üretim yapısı ile işgücünün eğitim seviyesinin doğrudan bağlantılı olduğunu çok net biliyoruz. Bırakın yeni teknoloji yaratmayı, herhangi bir makinayı kullanmak için bile eğitilmiş insan gücüne ihtiyaç var. Eğitim ile üretimin organik ilişkisini anlamayan, eğitimi sadece iyi statü iyi gelir için araç gören anlayışın hâkim olduğu az gelişmiş ülkeler, büyüme-daralma sarmalında debelenirken, gelişmiş ekonomiler dördüncü kuşak yapısal reformlarla 4. sanayi devrimine hazırlanıyorlardı.
Bu yüzyılın dinamikleri artık üretim için sermaye ya da işgücünü zorunlu kılmıyor. Üretim karanlık fabrikalarda akıllı makinalarla yapılabiliyor. İyi bir fikriniz varsa, kısa bir sürede birkaç milyar dolarlık sermaye toplayabiliyorsunuz. Kısacası, önümüzdeki 10 15 yıl içinde belki de daha kısa zamanda, Batı'nın ne ucuz işgücüne ne de ucuz mallara ihtiyacı kalacak. Daha şimdiden küresel sermaye için eve dönüş çanları çalmaya başladı bile.
Sorun da burada başlıyor. Milyarlarca eğitimsiz insan gücü ile bu yüzyıla giriş yapan ülkeler, küresel gelir pastasından küçülen payları ile baş başa kalacaklar. Pay küçülünce huzursuzluk artar. Bu da ülke yönetimlerine yansır. Önümüzdeki dönemde bir yandan ülke yönetimlerinin otoriterleşmesini, diğer yandan da küresel huzursuzluğun artmasını ve hatta yer yer sıcak temasa dönüşeceğini öngörmek falcılık olmasa gerek.
Görünen o ki, küreselleşme akımının modası da son demlerini yaşıyor. Tam da biz küresel ekonomi olmaya heveslenmişken. Küreselleşmenin bir günde toptan çöpe atılması mümkün değil tabii, ancak bir dönüşümün başladığını anlamamız gerek. Peki, ABD merkezli Batı, yıllarca savunduğu, adına yüzlerce makale kitap yazılan bir doktrinden neden vazgeçer?
Küreselleşme akımının ortaya çıkışının, Batı ekonomik sisteminin yüksek üretim maliyetleri ve düşük verimlilik dönemine denk gelmesi tesadüf değildi. Sermayenin küresel açılımı olmasa ve üretim ucuz işgücü, ucuz girdi maliyetlerinin olduğu ülkelere kaymasa Batı ekonomik sistemi refah düzeyi bugünkü seviyelerde olamazdı. Çalışan kesimin gelirleri artmadığı halde arz yönlü küresel deflasyon sayesinde alım güçleri yükseldi.
Küreselleşme bu anlamda batı ekonomilerine yapısal dönüşüm için çok kıymetli zaman kazandırdı. Bu dönüşümün liderliğini bırakmayan ABD 60'lı yıllardan itibaren endüstriyel sanayi ürünlerindeki pazar hâkimiyetini diğer ülkelere terk ederken, üniversitelerinin kapısını ardına kadar yabancı öğrencilere açıp beyin göçünün merkezi haline geldi. Sanayi eğitim işbirliği konularında da önemli adımlar atıldı.
Bu dönüşüm, kısa sürede meyvelerini vermeye başladı. Yarı iletken teknolojisi, yazılım, bilgisayar gibi kavramlar hayatımıza yerleşmeye başladı.
Alman malı makineler, Japon malı arabalar ABD pazarında hâkimiyet sağladığında, Amerikan malı teknoloji ürünleri dünyaya yayılmaya başlamıştı bile. Bugün hayatımızın ayrılmaz parçası haline gelen yazılım ve donanım teknoloji şirketlerinin neredeyse tamamının ABD kökenli olması sanırım her şeyi anlatmaya yetiyor. Peki bu nasıl oldu?
Sanayinin üretim yapısı ile işgücünün eğitim seviyesinin doğrudan bağlantılı olduğunu çok net biliyoruz. Bırakın yeni teknoloji yaratmayı, herhangi bir makinayı kullanmak için bile eğitilmiş insan gücüne ihtiyaç var. Eğitim ile üretimin organik ilişkisini anlamayan, eğitimi sadece iyi statü iyi gelir için araç gören anlayışın hâkim olduğu az gelişmiş ülkeler, büyüme-daralma sarmalında debelenirken, gelişmiş ekonomiler dördüncü kuşak yapısal reformlarla 4. sanayi devrimine hazırlanıyorlardı.
Bu yüzyılın dinamikleri artık üretim için sermaye ya da işgücünü zorunlu kılmıyor. Üretim karanlık fabrikalarda akıllı makinalarla yapılabiliyor. İyi bir fikriniz varsa, kısa bir sürede birkaç milyar dolarlık sermaye toplayabiliyorsunuz. Kısacası, önümüzdeki 10 15 yıl içinde belki de daha kısa zamanda, Batı'nın ne ucuz işgücüne ne de ucuz mallara ihtiyacı kalacak. Daha şimdiden küresel sermaye için eve dönüş çanları çalmaya başladı bile.
Sorun da burada başlıyor. Milyarlarca eğitimsiz insan gücü ile bu yüzyıla giriş yapan ülkeler, küresel gelir pastasından küçülen payları ile baş başa kalacaklar. Pay küçülünce huzursuzluk artar. Bu da ülke yönetimlerine yansır. Önümüzdeki dönemde bir yandan ülke yönetimlerinin otoriterleşmesini, diğer yandan da küresel huzursuzluğun artmasını ve hatta yer yer sıcak temasa dönüşeceğini öngörmek falcılık olmasa gerek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder