11 Aralık 2018 Salı

Akıllı Sözleşmeler

Evimizde ve sanayide kullanılan makinelerin akıllanması ve makinelerin birbirleriyle iletişime geçebilmesi artık kanıksadığımız bir gelişme. İnsanın en üstün özelliği olan aklın, makineler tarafından da kullanılmaya başlaması ekonomik, sosyal, kültürel ve hukuki alanda birçok yeniliği de hayatımıza getirmeye başladı.
Bugünkü yazımızın konusu olan akıllı sözleşmeler, akıllı makineler çağında önemli bir boşluğu doldurmaya hazırlanıyor. Akıllı sözleşmeler, önceden belirlenen şartlar yerine getirildiğinde makinelerin karşılıklı ticaret yapmasına ya da bir hizmetin otomatik olarak yerine getirilmesine imkân sağlayacak.
Nasıl mı? Gelin birlikte inceleyelim...
Akıllı sözleşmeler (smart contracts), blokzincir teknolojisi üzerinde çalışan programlanabilir sözleşmelerdir. Bu sözleşmeler, iki veya daha fazla taraf arasında gerçekleştirilen işlemleri otomatize etmek için kullanılır ve işlemler tamamlandığında sözleşmenin şartlarına bağlı olarak belirli koşullar yerine getirilir. Akıllı sözleşmeler, işlem süreçlerini hızlandırırken aynı zamanda işlem maliyetlerini de azaltabilirler. Basit olarak tanımlamak gerekirse sözleşmeler, bir hizmetin alınması, bir malın kullanılması ya da satın alınması karşılığında bedelin ödeneceğinin taahhüt edildiği hukuki metinlerdir. 
Her ne kadar taraflar şartları açık bir şekilde kâğıda dökse de zaman zaman anlaşmazlıkların çıktığı, mal ya da hizmetin teslim edilmediği, belgelerin kaybolduğu ya da tahrif edildiğine şahit oluyoruz. Bu anlamda akıllı sözleşmeler, blokzincir teknolojisinin en önemli uygulamalarından biridir. Bu teknolojinin en büyük avantajlarından biri, merkezi olmayan bir yapıya sahip olmasıdır. Bu da, akıllı kontratların merkezi bir otoriteye ihtiyaç duymadan çalışabilmesini sağlar. 
Akıllı sözleşmeler bu ve buna benzer birçok sorunun önüne geçiyor. Akıllı sözleşmelerde de taraflar üzerinde anlaştıkları şartları açıkça belirliyor.
Farkı, sözleşmenin bir kâğıda değil, bir programcı ya da bir hazır uygulama tarafından blokzincir tabanlı olarak bilgisayar dilinde yazılması. Akıllı sözleşmelerde önemli nokta, tarafların sözleşme şartlarını adım adım açık ve anlaşılır şekilde yazılmasına özen göstermesidir. Çünkü akıllı sözleşmeler şartların yerine getirilmesi halinde herhangi bir aracıya ihtiyaç duymadan ödemenin (eylemin) otomatik yapılmasına ya da tersine imkân veriyor.
Akıllı sözleşmelerin ilk ve en ilkel uygulamasını yiyecek-içecek otomatlarında görüyoruz. Makinede satışa sunulan yiyecek ya da içeceklerin fiyatı açıkça belirtilmiştir. Makineye uygun ödeme yapıldığında, makine otomatik olarak seçilen yiyeceği ya da içeceği verir. Mekanik olarak yerine getirilen bu işleme karşılık, akıllı sözleşme uygulamasında, bir yazılım aracılığıyla daha karmaşık işlemlerin güvenli olarak yapılması mümkün oluyor.
Dolayısıyla akıllı sözleşme, taraflarca iyi tanımlanmış koşullar yerine getirildiğinde, otomatik olarak, kanıtlanabilir ve güvenli bir şekilde, bir aracıya ihtiyaç duymadan karşılıklı taahhütlerin akıllı makineler aracılığı ile yerine getirilmesine imkân veren elektronik sözleşmedir. 
Akıllı kontratlar, birçok farklı sektörde kullanılabilmektedir. Finans, sağlık, gayrimenkul gibi alanlarda, akıllı kontratlar kullanılarak süreçlerin otomatikleştirilmesi ve hızlandırılması mümkündür. Örneğin, bir emlak satış işlemi sırasında, akıllı kontratlar kullanılarak sözleşmenin şartları otomatik olarak yerine getirilebilir ve işlem süreci daha hızlı tamamlanabilir. Şimdilik basit işlemlerin otomasyonu için kullanılan akıllı sözleşmeler, hukuki altyapının uyum sağlaması ve teknolojinin yaygınlaşması ile birlikte gelecekte akıllı makinelerin karşılıklı ticaret yapmasına imkân verecek şekilde yaygınlaşacaktır.  Ayrıca, iş dünyasında zaman ve para kaybına neden olan, belge düzenleme, hukuki görüş alma, gerektiğinde dava etme ve aracı kullanma gibi birçok işleme ihtiyaç kalmayacağı için maliyetler düşecek ve verimlilik artacaktır.

6 Aralık 2018 Perşembe

Onyedinci Ekonomi

Türk ekonomisinin dünyanın kaçıncı büyük ekonomisi olduğuna ilişkin tartışma ekonomistlerden çok siyasetçilerin sevdiği bir konu. Ülkelerin ekonomik sıralaması öyle yıldan yıla değişen bir büyüklük olmadığı halde ülkemizde siyasilerin sık sık bu konuyu övünme konusu yaptığını görüyoruz. Bunu kısmen ekonomik büyüklük sıralamasının daha çok stratejik anlamı olmasına dayandırabiliriz. Çünkü bir ülkede bir yıl içinde elde edilen toplam üretim (ya da harcamaya) göre yapılan milli gelir sıralaması bize o ülkenin gelişmişlik seviyesi ile ilgili bilgi vermekten çok pazar büyüklüğü hakkında bilgi verir.
Daha iyi anlamak için şu soruyu soralım: 17. büyük ekonomi olan Türkiye, 18. sıradaki Hollanda ya da 19. sıradaki İsviçre'den daha gelişmiş bir ekonomidir diyebilir miyiz? Öyle olsa milli geliri kişi başına böldüğümüzde de benzer bir sıralama çıkması gerekirdi. Kişi başı refah seviyesine göre bir liste yaptığımızda Türkiye 66. sıraya gerilerken, İsviçre 4., Hollanda ise 13. sıraya yükselmektedir. Buradan anlıyoruz ki, toplam büyüklük hesabında en önemli faktör toplam üretim miktarından ziyade, ülkelerin toplam nüfusudur. Yani bir ülkenin toplam geliri sadece o ülkenin üretimi ile değil toplam nüfusu ile de doğrudan ilgilidir.
Ancak, bir ülkenin rekabet gücünü ve gelişmişlik derecesini anlamak için sadece o ülkenin kişi başına göre hesaplanan makroekonomik verilerine bakmak da yeterli olmuyor. Küresel rekabetin her alanda hızlandığı bir dünyada, üretim, büyüme, ihracat gibi birkaç veriyi cımbızla çekip ekonominin gelişmesini buna bakarak değerlendirmek diğer ülkelerin performansını dikkate almamak aşırı iyimserliğe, hatta pembe hayallere dalmanıza neden olabilir. Nitekim son 20 yılda Türkiye ekonomisi ortalama % 4.5 -5 oranında büyümesine rağmen kişi başına düşen gelire göre yapılan sıralama hiç değişmemiştir. OECD verilerine göre, 2002 yılında kişi başı gelir sıralamasında dünyada 66. sırada olan Türkiye, 2018 yılında da aynı sırada yer almaktadır.
Bir an için makroekonomik verilerin olumlu seyrettiğini ve ülkede refahın hızla arttığını varsayalım. Bu durumda bile ekonominin gelişmişliğinden söz etmek mümkün değildir. Çünkü eğer bu niceliksel gelişme beraberinde insani gelişmişlik alanındaki gelişme ile desteklenmiyorsa o ülkenin ekonomik büyümesi kalıcı olamaz. Prof. Dani Rodrik'in tanımladığı gibi episodik büyüme olur , yani sonu gelecek büyüme olur. O nedenledir ki, küresel rekabette güçlü ve kalıcı bir yere sahip olmak için hem niceliksel hem de niteliksel olarak dünyadaki konumumuzu iyi anlamamız ve bu alanlardaki gelişimimizi yakından izlememiz gerekiyor.
Bu ihtiyaçtan yola çıkarak hazırlanan tablodan anlaşılacağı üzere Türkiye'nin beşeri gelişimi ekonomik gelişimine ayak uyduramamaktadır. Ağırlıklı olarak sosyal gelişmişlik kriterlerine göre hazırlanan tabloyu incelediğimizde, Türkiye'nin rekabet üstünlüğü olan alanların yok denecek kadar az olduğu anlaşılmaktadır.
Bir yandan reel ekonomik kriterlere göre yerinde sayan diğer yandan da beşeri gelişmişliğe göre gerilerde kalan bir ekonominin sadece nüfus artışı ile gelişmiş ekonomiler arasında yer alması takdir edersiniz ki mümkün değildir.

5 Aralık 2018 Çarşamba

21. Yüzyılı Iskalamanın Telafisi Olmaz

Küresel ölçekte yaşanan ekonomik krizler, genellikle büyük dönüşümlerin de habercisidir. Bu tür krizler, küresel ekonomide zamanla biriken sorunların, teknoloji ile istihdam arasında artan uyumsuzluğun çoğu zaman basit bir nedenle bile tetiklendiği ve bütün ülkeleri sarmalına aldığı süreçlerdir.
Ancak bu kaotik ortam aynı zamanda verimsiz yatırımların tasfiyesi ve sermayenin yenilenmesi için de uygun ortam yaratır. Krizin faturasını ödeyen ise değişen üretim / finansman yapısına ayak uyduramayan işletmeler ve dolayısıyla çalışanlardır. Ekonomi literatüründe bu konu ile ilgili derinlemesine pek çok analiz ve çözümleme bulmak ve konuyu uzatmak mümkün. Ancak biz elimizden geldiğince bu konuyu büyümenin dinamikleri ve ekonomi politikaları penceresinden inceleyeceğiz. Böyle yaparsak, günümüz dünyasında bir iki ülke dışında artık tamamen benimsenmiş olan piyasa ekonomisinin neden her ülkede benzer süreçler izlemediğini, neden bazı ülkelerin neredeyse rakipsiz bir konuma sahip olduğunu, neden diğerlerinin sadece üretim ikameci olduğunu daha rahat anlayabiliriz.
Bu anlamda, 2008 yılının Eylül ayında bütün dünyayı sarmalına alan küresel mali kriz kısa vadeli ekonomik ve toplumsal etkileri bir yana bırakılırsa aslında 21. yüzyılın kalan bölümüne damgasını vuracak birçok sınai ve teknolojik dönüşümün doğum sancısından başka bir şey değildir. Öyle bir dönüşüm ki, dördüncü kuşak sanayi / teknoloji devriminin habercisi olarak şimdiden tarihteki yerini almıştır.
Şimdi ne demek istediğimizi biraz açalım... Kriz öncesi ve sonrasını incelediğimizde dikkatimizi çeken en belirgin gelişme, başta Amerika olmak üzere birçok gelişmiş ülkede krizden önce var olan irili ufaklı çok sayıda banka ve şirketin yerini kapanma veya birleşmeler yoluyla devasa ölçekte banka ve şirketlerin alması ve belirli iş kollarında istihdam imkânlarının kalıcı olarak sona ermesi olmuştur. Bunun nedeni, yeni ekonomik yapının, ileri teknoloji ile üretim yapma olanaklarına sahip güçlü firmalara, bunların yatırım ve AR-GE harcamalarını destekleyecek güçlü finans kurumlarına ve yüksek vasıflı işgücüne ihtiyaç duymasıdır.
Krizin açığa çıkardığı bu dönüşümün başlangıcı 1970'li yılların ortalarına kadar gider. Yarı iletken teknolojisinin keşfi ile hayatımıza giren bilgisayarların sanayi ile buluşması bildiğimiz anlamda geleneksel üretim yapısının A dan Z' ye değişmesine yol açtı. Bu süreci doğru okuyan ülkeler 1980'li yıllardan itibaren birçok yapısal reforma imza atarak altyapı ve insan kaynaklarının bu değişime ayak uydurmasının önünü açtılar.
Birçok gelişmiş ekonomide bu sancılı dönüşüm yaşanırken, sanayi üretiminin ucuz işgücü ve hammadde kaynaklarına sahip diğer ülkelere kaydığına şahit olduk. Bu dönemde sağlanan kolay finansman imkânları ve artan yabancı yatırımlar bu ülkelerde büyümenin temel dinamiği haline gelmiştir.
Ancak şimdi durum değişiyor. Teknoloji üretmek yerine satın alıp ucuz işgücü ile üretim yapan ve sadece katma değer satan ülkeleri ciddi bir sorun bekliyor. Çünkü düne kadar en önemli üretim faktörü olan insanın yerini bugün akıllı makinalar almaya başladı. Bir an için şöyle bir düşünelim; bugün dünyanın en büyük mamul mal ithalatçısı olan ABD'de bir tüketici yeni bir cep telefonu almaya karar veriyor ve hazır üretilmiş modellerden birini almak yerine kendi isteğine göre bir model belirlemek ve bunu sipariş etmek istiyor. Bugün bunu yapması henüz mümkün değil ama çok yakın bir gelecekte akıllı fabrikalar yaygınlaştığında, sipariş tüketiciye en yakın fabrikaya iletilecek ve talep edilen ısmarlama ürün tamamen makinalar tarafından üretilerek alıcıya ulaştırılabilecektir.  Böyle bir gelişme şüphesiz en büyük darbeyi sermayenin küreselleşmesine vuracaktır. Çünkü sermayenin ucuz iş gücü olan yerlere göç etme nedeni ortadan kalkacaktır.
Dünyanın neresinde olursa olsun bir ülkenin yeni dünya düzenindeki konumunu anlayabilmek için sorulması gereken anahtar sorular şunlar olmalı: Büyüme modeli diğer ülkelerden yatırım çekmeye mi dayanıyor? Sanayi üretimi diğer ülkelerin talebine göre mi belirleniyor? Üretimde kullanılan teknoloji ithal ediliyor mu? Eğer bu sorulardan en az birinin cevabı evet ise bu ülkeyi önümüzdeki dönemde ciddi sorunlar bekliyor demektir. Emeğin ve sermayenin bilgi ile buluşmasını sağlayacak yapısal dönüşümleri gerçekleştiremeyen, temel hak ve hürriyetler, demokrasi, çağdaş hukuk sistemi gibi daha 19. yüzyılda çözülmüş olması gereken konularda sorunlar yaşayan ülkelerin 21. yüzyıl üretim ilişkilerine uyum sağlaması mümkün görünmemektedir.
Unutulmamalıdır ki, kalıcı ve sürdürülebilir ekonomik büyümenin ana motoru üretim, ticaret ya da inşaat değil inovasyondur. İnovasyonun ana kaynağı ise nitelikli ve yetişmiş insan kaynağıdır. Sermayenin küreselleşmesi süreci sona ererken rekabetin artık akıllı makinalar üzerinde yoğunlaşacağı belli olduğuna göre, hala vakit varsa yapabilecek en anlamlı kalkınma hamlesi, nitelikli insan sermayesi ve inovasyona dayanan büyüme modelini benimsemek ve ülke kaynaklarının büyük bölümünü ölü yatırımlar yerine teknoloji yoğun yatırımlara yöneltmek olacaktır.