Küresel ölçekte yaşanan ekonomik krizler, genellikle büyük
dönüşümlerin de habercisidir. Bu tür krizler, küresel ekonomide zamanla biriken
sorunların, teknoloji ile istihdam arasında yaşanan uyumsuzluğun küçük bir
kıvılcımla tetiklendiği ve bütün ülkeleri sarmalına aldığı süreçlerdir. Ancak bu travmatik ortam aynı zamanda verimsiz
yatırımların tasfiyesi ve sermayenin ilhak ya da birleşerek büyümesi için de uygun
ortam yaratır. Rekabet koşullarını temin etmek amacıyla yasalarla sınırlanmış
olan birleşme ve satın almalar böyle dönemlerde aksine teşvik edilir. Krizin
faturasını ödeyen ise değişen üretim ilişkilerine ayak uyduramayan işletmeler
ve orada çalışanlardır. Ekonomi literatüründe bu konu ile ilgili derinlemesine
pek çok analiz ve çözümleme bulmak ve konuyu uzatmak mümkün. Ancak biz elimizden
geldiğince bu konuyu büyümenin dinamikleri ve ekonomi politikaları penceresinden
inceleyeceğiz. Böyle yaparsak, günümüz dünyasında bir iki ülke dışında artık tamamen
benimsenmiş olan serbest piyasa ekonomisinin neden her ülkede benzer süreçler
izlemediği neden bazı ülkelerin neredeyse rakipsiz bir konuma sahip olduğunu neden
diğerlerinin sadece fason üretici olduğunu daha rahat anlayabiliriz.
Bu anlamda, 2008 yılının Eylül ayında bütün dünyayı sarmalına
alan küresel mali kriz kısa vadeli ekonomik ve toplumsal etkileri bir yana
bırakılırsa aslında 21. yüzyılın kalan bölümüne damgasını vuracak birçok sınai
ve teknolojik dönüşümün doğum sancısından başka bir şey değildir. Öyle bir
dönüşüm ki muhtemelen ileride üçüncü kuşak sanayi / teknoloji devriminin de
başlangıcı olarak anılacaktır. Şimdi ne demek istediğimizi biraz açalım. Kriz
öncesi ve sonrasını incelediğimizde dikkatimizi çeken en belirgin gelişme, başta Amerika olmak üzere
birçok gelişmiş ülkede krizden önce var olan irili ufaklı çok sayıda banka ve
şirketin yerini kapanma veya birleşmeler yoluyla devasa ölçekte banka ve şirketlerin
alması ve belirli iş kollarında istihdam imkânlarının kalıcı olarak sona ermesi
olmuştur. Bunun nedeni, yeni ekonomik yapının, ileri teknoloji ile üretim yapma
olanaklarına sahip güçlü firmalara, bunların yatırım ve ar-ge harcamalarını
destekleyecek güçlü finans kurumlarına ve yüksek vasıflı işgücüne ihtiyaç duymasıdır.
Nitekim aradan geçen yedi yıla rağmen bu ekonomilerde işsizliğin hala çok
yüksek düzeyde olmasının nedeni artık vasıfsız işgücüne olan ihtiyacın azalmış
olmasındandır.
Krizin açığa çıkardığı bu dönüşümün başlangıcı 1970’li
yılların ortalarına kadar gider. Yarı iletken teknolojisinin keşfi ile hayatımıza
giren bilgisayarların sanayi ile buluşması bildiğimiz anlamda geleneksel üretim
yapısının A dan Z’ ye değişmesine yol açtı. Bu süreci doğru okuyan ülkeler
1980’li yıllardan itibaren bir çok yapısal reforma imza atarak altyapı ve insan
kaynaklarının bu değişime ayak uydurmasının önünü açtılar. Birçok gelişmiş
ekonomide bu sancılı dönüşüm yaşanırken, sanayi üretimininin ucuz işgücü ve
hammadde kaynaklarına sahip diğer ülkelere kaydığına şahit olduk. Bu dönemde
sağlanan kolay finansman imkanları ve artan yabancı yatırımlar bu ülkelerde
büyümenin temel dinamiği haline gelmiştir.
Ancak bir ülkede büyümenin kaynağı dış dinamiklere bağlıysa,
yani üretim teknolojileri ithal ediliyorsa,
ihracat geliri ise başka ülkelerin tüketim talebine bağlıysa, günün
birinde bu süreç tersine döndüğünde mal satamazsınız, yatırım yapamazsınız, büyümeniz
yavaşlar ve hatta durma noktasına gelir. Bu süreç tersine dönmez diye
düşünenlere, dönüşüm sürecinin aslında başladığını bu yüzyılın daha ilk
çeyreğinde son şeklini alacağını hep birlikte göreceğimizi söyleyebilirim.
Özellikle bilimsel ve
teknolojik gelişmeleri yakından izleyenler bu dönüşümü hayretle farketmeye
başladılar bile. Bugün günlük hayatımızın bir parçası haline gelen dijital
aletler nerede üretilmiş olursa olsun o aletleri akıllı yapan teknolojinin
kaynağı hep aynı ülke olması tesadüf değil. Son yıllarda günlük
hayatımızın ayrılmaz bir parçası haline gelen teknolojik oyuncaklar bildiğimiz anlamda herşeyi baştan
sona değiştirecek öneme sahip görünüyor. Mesela daha birkaç yıl öncesine kadar
varlığı pek bilinmeyen 3 boyutlu yazıcılar bu yüzyılın üretim ve dağıtım yapısını a dan z ye değiştirecek öneme sahip. Bu
yazıcılarda hemen her şeyi üretmenin mümkün olduğunu yakında ev, araba hatta
gıda ve organ üretilebileceği haberlerini hayretle izliyoruz. Şöyle bir düşünelim; tüketiciler satın almak istedikleri ürünleri evlerinde ya da en yakın "baskı" merkezlerinde üretebilmeye başlarsa, milli gelirleri büyük ölçüde tüketim malı ihracatına dayanan ülkeler pazarlarını korumaya devam edebilirler mi?
Ne yazık ki, emeğin ve sermayenin bilgi ile buluşmasını sağlayacak
yapısal dönüşümleri gerçekleştiremeyen, temel hak ve hürriyetler, demokrasi, çağdaş
hukuk sistemi gibi daha 19. yüzyılda çözülmüş olması gereken konularda sorunlar
yaşayan ülkelerin 21. yüzyılın üretim ilişkilerine uyum sağlaması mümkün
görünmemektedir.
Çünkü, sanayi devriminden bu yana dünyada yaşanan hızlı büyümenin ana
kaynağı teknoloji ve inovasyondur. Teknolojiyi üreten ülke açısından her teknolojik buluş yeni
teknolojik gelişmelerin de önünü açar ve bu süreç katlanarak hızlanır. Ancak bu
sürecin devam etmesini sağlayan en önemli unsur yetişmiş insan kaynağıdır. Bu açıdan bakıldığında son onbeş yirmi yılda yılda dünyada yaşanan
büyük teknolojik sıçramayı yakalayabilen bir avuç ülke hariç birçok ülke yapısal
dönüşümlerini teknolojik gelişmeye uyduramadıkları için ekonomik sorunlar
yaşamaya başlamışlardır. Bu ülkelerin hala vakit varken yapabilecekleri en
anlamlı hamle, insan sermayesi ve inovasyona dayanan büyüme modelini
benimsemeleri ve gelirlerinin büyük bir bölümünü teknoloji yoğun yatırımlara
yöneltmeleri olacaktır.
Bu değerlendirme, ister Akdeniz ülkeleri olsun isterse Asya
ve Güney Amerika ülkeleri olsun her ülke için geçerlidir. Böyle bir ortamda
Akdeniz ikliminin verdiği rehavete kapılan ve siestaya devam eden ülkeler için
söylenecek en anlamlı söz ise “iyi rüyalar” demek olacaktır.