28 Haziran 2015 Pazar

Akdeniz Rüyası

Küresel ölçekte yaşanan ekonomik krizler, genellikle büyük dönüşümlerin de habercisidir. Bu tür krizler, küresel ekonomide zamanla biriken sorunların, teknoloji ile istihdam arasında yaşanan uyumsuzluğun küçük bir kıvılcımla tetiklendiği ve bütün ülkeleri sarmalına aldığı süreçlerdir.  Ancak bu travmatik ortam aynı zamanda verimsiz yatırımların tasfiyesi ve sermayenin ilhak ya da birleşerek büyümesi için de uygun ortam yaratır. Rekabet koşullarını temin etmek amacıyla yasalarla sınırlanmış olan birleşme ve satın almalar böyle dönemlerde aksine teşvik edilir. Krizin faturasını ödeyen ise değişen üretim ilişkilerine ayak uyduramayan işletmeler ve orada çalışanlardır. Ekonomi literatüründe bu konu ile ilgili derinlemesine pek çok analiz ve çözümleme bulmak ve konuyu uzatmak mümkün. Ancak biz elimizden geldiğince bu konuyu büyümenin dinamikleri ve ekonomi politikaları penceresinden inceleyeceğiz. Böyle yaparsak, günümüz dünyasında bir iki ülke dışında artık tamamen benimsenmiş olan serbest piyasa ekonomisinin neden her ülkede benzer süreçler izlemediği neden bazı ülkelerin neredeyse rakipsiz bir konuma sahip olduğunu neden diğerlerinin sadece fason üretici olduğunu daha rahat anlayabiliriz.
Bu anlamda, 2008 yılının Eylül ayında bütün dünyayı sarmalına alan küresel mali kriz kısa vadeli ekonomik ve toplumsal etkileri bir yana bırakılırsa aslında 21. yüzyılın kalan bölümüne damgasını vuracak birçok sınai ve teknolojik dönüşümün doğum sancısından başka bir şey değildir. Öyle bir dönüşüm ki muhtemelen ileride üçüncü kuşak sanayi / teknoloji devriminin de başlangıcı olarak anılacaktır. Şimdi ne demek istediğimizi biraz açalım. Kriz öncesi ve sonrasını incelediğimizde dikkatimizi çeken  en belirgin gelişme, başta Amerika olmak üzere birçok gelişmiş ülkede krizden önce var olan irili ufaklı çok sayıda banka ve şirketin yerini kapanma veya birleşmeler yoluyla devasa ölçekte banka ve şirketlerin alması ve belirli iş kollarında istihdam imkânlarının kalıcı olarak sona ermesi olmuştur. Bunun nedeni, yeni ekonomik yapının, ileri teknoloji ile üretim yapma olanaklarına sahip güçlü firmalara, bunların yatırım ve ar-ge harcamalarını destekleyecek güçlü finans kurumlarına ve yüksek vasıflı işgücüne ihtiyaç duymasıdır. Nitekim aradan geçen yedi yıla rağmen bu ekonomilerde işsizliğin hala çok yüksek düzeyde olmasının nedeni artık vasıfsız işgücüne olan ihtiyacın azalmış olmasındandır.
Krizin açığa çıkardığı bu dönüşümün başlangıcı 1970’li yılların ortalarına kadar gider. Yarı iletken teknolojisinin keşfi ile hayatımıza giren bilgisayarların sanayi ile buluşması bildiğimiz anlamda geleneksel üretim yapısının A dan Z’ ye değişmesine yol açtı. Bu süreci doğru okuyan ülkeler 1980’li yıllardan itibaren bir çok yapısal reforma imza atarak altyapı ve insan kaynaklarının bu değişime ayak uydurmasının önünü açtılar. Birçok gelişmiş ekonomide bu sancılı dönüşüm yaşanırken, sanayi üretimininin ucuz işgücü ve hammadde kaynaklarına sahip diğer ülkelere kaydığına şahit olduk. Bu dönemde sağlanan kolay finansman imkanları ve artan yabancı yatırımlar bu ülkelerde büyümenin temel dinamiği haline gelmiştir.
Ancak bir ülkede büyümenin kaynağı dış dinamiklere bağlıysa, yani üretim teknolojileri ithal ediliyorsa,  ihracat geliri ise başka ülkelerin tüketim talebine bağlıysa, günün birinde bu süreç tersine döndüğünde mal satamazsınız, yatırım yapamazsınız, büyümeniz yavaşlar ve hatta durma noktasına gelir. Bu süreç tersine dönmez diye düşünenlere, dönüşüm sürecinin aslında başladığını bu yüzyılın daha ilk çeyreğinde son şeklini alacağını hep birlikte göreceğimizi söyleyebilirim.
Özellikle bilimsel ve teknolojik gelişmeleri yakından izleyenler bu dönüşümü hayretle farketmeye başladılar bile. Bugün günlük hayatımızın bir parçası haline gelen dijital aletler nerede üretilmiş olursa olsun o aletleri akıllı yapan teknolojinin kaynağı hep aynı ülke olması tesadüf değil. Son yıllarda günlük hayatımızın ayrılmaz bir parçası haline gelen teknolojik oyuncaklar bildiğimiz anlamda herşeyi baştan sona değiştirecek öneme sahip görünüyor. Mesela daha birkaç yıl öncesine kadar varlığı pek bilinmeyen 3 boyutlu yazıcılar bu yüzyılın üretim ve dağıtım yapısını a dan z ye değiştirecek öneme sahip. Bu yazıcılarda hemen her şeyi üretmenin mümkün olduğunu yakında ev, araba hatta gıda ve organ üretilebileceği haberlerini hayretle izliyoruz. Şöyle bir düşünelim; tüketiciler satın almak istedikleri ürünleri evlerinde ya da en yakın "baskı" merkezlerinde üretebilmeye başlarsa, milli gelirleri büyük ölçüde tüketim malı ihracatına dayanan ülkeler pazarlarını korumaya devam edebilirler mi?
Ne yazık ki, emeğin ve sermayenin bilgi ile buluşmasını sağlayacak yapısal dönüşümleri gerçekleştiremeyen, temel hak ve hürriyetler, demokrasi, çağdaş hukuk sistemi gibi daha 19. yüzyılda çözülmüş olması gereken konularda sorunlar yaşayan ülkelerin 21. yüzyılın üretim ilişkilerine uyum sağlaması mümkün görünmemektedir.
Çünkü, sanayi devriminden bu yana dünyada yaşanan hızlı büyümenin ana kaynağı teknoloji ve inovasyondur. Teknolojiyi üreten ülke açısından her teknolojik buluş yeni teknolojik gelişmelerin de önünü açar ve bu süreç katlanarak hızlanır. Ancak bu sürecin devam etmesini sağlayan en önemli unsur yetişmiş insan kaynağıdır. Bu açıdan bakıldığında son onbeş yirmi yılda yılda dünyada yaşanan büyük teknolojik sıçramayı yakalayabilen bir avuç ülke hariç birçok ülke yapısal dönüşümlerini teknolojik gelişmeye uyduramadıkları için ekonomik sorunlar yaşamaya başlamışlardır. Bu ülkelerin hala vakit varken yapabilecekleri en anlamlı hamle, insan sermayesi ve inovasyona dayanan büyüme modelini benimsemeleri ve gelirlerinin büyük bir bölümünü teknoloji yoğun yatırımlara yöneltmeleri olacaktır.
Bu değerlendirme, ister Akdeniz ülkeleri olsun isterse Asya ve Güney Amerika ülkeleri olsun her ülke için geçerlidir. Böyle bir ortamda Akdeniz ikliminin verdiği rehavete kapılan ve siestaya devam eden ülkeler için söylenecek en anlamlı söz ise “iyi rüyalar” demek olacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder