29 Mayıs 2018 Salı

Yeni başlayanlar için para politikası

Para politikası ve maliye politikası ekonomi yönetiminin iki temel politika aracıdır. Vergi toplama, teşvik, kamu harcamaları gibi mali politikalar doğal olarak hükümetlerin kontrolündedir. Buna karşın para politikası özerk ya da bağımsız para otoritesinin yani merkez bankasının denetimindedir. Bu iki başlı yönetim bir yandan uyum içinde çalışırken diğer yandan da birbirlerini kontrol ve dengelemek zorundadırlar.
Para otoritesi, mali politikaların ekonomi üzerindeki etkilerini yakından takip ederek, ekonomide aşırı ısınma veya soğuma olmadan küçük müdahalelerle ekonomik dengelerin bozulmasını önlemelidir. Merkez bankası zamanlama hatası yaparsa para politikası uygulamaları tek başına etkisiz kalır ve mali politikalarla desteklenmesi zorunluğu ortaya çıkar.
Merkez bankasının ekonominin fon akışını denetlemesi için elinde iki tür araç seti vardır. Faiz politikaları araç seti ile bankaların nakit durumunu ve maliyetlerini düzenlerken, menkul değer, döviz  alım satım işlemleri ile piyasaların nakit durumunu dengeler. 
Sade vatandaşlar için banka neyse, bankalar için de merkez bankası odur. Yani merkez bankası bankaların bankasıdır. Bankalar mevzuatta belirlenen kurallara göre merkez bankasına para yatırır ya da çekebilir. Nakde ihtiyaçları olduğunda borç alabilir, fazla olduğunda verebilirler. Buna karşılık merkez bankası da faiz alır ya da öder.
Bankacılık kuralları gereği, bankalar gün sonunda bilançolarını denk kapatmak zorundadırlar. Yani nakit açığı veya fazlası olmaması gerekir. Bu nedenle gün sonuna doğru, tahmini nakit durumlarına göre merkez bankasından bir gecelik borç isterler veya borç verirler. Bu işlemler merkez bankasının önceden ilan ettiği gecelik borç alma veya verme faiz oranları üzerinden yapılır.
Bankalar herhangi bir nedenle nakit durumunu gün içinde belirleyemezse, en geç saat 16:00-17:00 arasında merkez bankasından fon taleplerini karşılayabilirler. Geç saatte ve son anda yapılan bu işlemlerin caydırıcı olması ve tekrarlanmaması için fon ihtiyacı olan bankadan yüksek oranda faiz alınır. Merkez bankasının sağladığı bu imkana Geç Likidite Penceresi faizi denir. Bir bankanın sık aralarla bu imkana başvurması hoş karşılanmaz ve banka yakın takibe alınır. Banka üzerindeki denetim arttırılır.
Bankaların nakit durumunu ve borçlanma maliyetlerini bu yolla kontrol altında tutan merkez bankası, piyasaların nakit durumunu da açık piyasa işlemleri dediğimiz araçlarla düzenler. Merkez bankasının bankalardan tahvil, bono veya döviz alması piyasaya nakit vermesi, satması ise nakit çekmesi demektir. Çünkü merkez bankasına giren her TL piyasadan çekilmiş, çıkan her TL piyasaya sürülmüş demektir. Piyasadaki para miktarı bu şekilde düzenlenir.
Açık piyasa işlemleri arasında en çok kullanılan, piyasa derinliği en fazla olan araç, repo ve ters repo işlemleridir. Repo işleminde bankalardan belirli bir faiz karşılığında tahvil alınıp nakit ödenir, ters repo işleminde bankalara tahvil satılıp karşılığında nakit alınır. 
Merkez bankasının kullandığı her politika aracının doğal olarak farklı bir faiz oranı vardır. Bankanın uyguladığı faiz oranları içinde piyasa derinliği en fazla olan, en sık kullanılan faiz, merkez bankası tarafından politika faizi yani referans faizi olarak ilan edilir. Diğer mali piyasalarda fonlama maliyetleri bu faiz oranı baz alınarak hesaplanır. Bu nedenle ekonomideki yeri çok önemlidir. 
Normal olarak merkez bankasının, en yaygın kullanılan gecelik borç verme faizi ya da haftalık repo faizini politika faizi olarak belirlemesi beklenir. Ancak merkez bankası sıra dışı bir uygulama ile elindeki faiz setinden başka bir faizi ya da faiz aralığını politika faizi olarak da belirleyebilir. 
Bu sıra dışı uygulamaların en sıra dışı olanı ise geç likidite penceresi faizinin politika faizi olarak belirlenmesidir. Merkez bankası böyle bir karar aldığı takdirde ortalama fonlama maliyetini bankanın uyguladığı en yüksek faiz olan gecikme faizine eşitlemiş olur. Böyle bir uygulamanın tercih edilmesi halinde, bir yandan diğer faiz politikaları fiilen işlevsiz hale gelirken diğer yandan bankaların gün içi nakit akışlarındaki dengesizlikleri izleme imkanı da heba edilmiş olur.

22 Mayıs 2018 Salı

Faiz mi enflasyondan çıkar enflasyon mu faizden?


Faiz ve enflasyon ilişkisi hemen herkesin hakkında fikir yürüttüğü ama bir türlü üzerinde tam uzlaşılamayan bir konu.  Ekonomistler cephesinde de durum böyle. Bunun temel nedeni makroekonomik değişkenlerin doğası gereği birbirleriyle dinamik bir ilişki içinde olması, yumurta tavuk örneğinde olduğu gibi süreci başlatan temel etkeni tespit etmenin kolay olmaması.
Bunun pek çok nedeni var. Kavramların kendisi kadar, aralarındaki nedensellik bağı da hangi zaman aralığında, hangi ekonomide ve hangi açıdan baktığınıza göre değişebiliyor. Bu nedenledir ki ekonomistler,  iki değişken arasındaki nedenselliği tespit edebilmek için belirli varsayımlarla birçok değişkeni sabit tutarak, kısa süreli hatta anlık ilişkileri modellemeye çalışırlar.
Laboratuvar koşullarında ispatlanan birçok varsayımı, evrensel bir kural haline getirip her ekonomide her durumda geçerli olduğunu iddia etmeye başladığınız anda bilimden uzaklaşıp, politika alanına giriş yaparsınız. İşin içine politika girince tartışma da kaçınılmaz oluyor.
Kavramsal olarak faiz, paranın zaman değerinin karşılığı olarak ödenen bedeldir. Yani faiz paranın belli bir süre kullanılması karşılığında ödenen kira bedelidir. Fiyat arz ile talebi dengeye getiren değer olduğuna göre, fon talebi ile fon arzını dengeye getiren fiyata da faiz diyoruz.
Enflasyon ise ekonomideki genel fiyat seviyesinde gözlenen değişimdir. Toplam talep ile toplam arz arasındaki dengeyi ya da dengesizliği ifade eder. Enflasyon yükseliyorsa, genel talep seviyesi artarken toplam arz yetersiz kalıyor demektir.
Toplam talebi körükleyen iki kanal vardır. Kamu harcamaları ve/veya özel kesim harcamaları. Dengede olan bir ekonomide harcamaların herhangi bir nedenle artmaya başlaması arz üzerinde bir baskı oluşturur. Harcama talebinin artması, tüketici, üretici veya ithalatçının fon talebini arttırır. Fon arzı (tasarruflar) artan talebi karşılayamayınca faizler yükselir. Yükselen faizler maliyet kanalından fiyat artışlarına neden olur.
Tam bu noktadan bakınca faizler, maliyet kanalıyla enflasyona neden olmuş görünüyor. Neo Fisherci ekonomistlerin faiz enflasyona neden olur iddiası da bu anlık etkinin formüle edilmesinden kaynaklanıyor. Gelişmiş ekonomiler için tasarladıkları ekonomi modelinde dolarizasyonun enflasyona etkisi, talep enflasyonu kanalı, faizin kısa ve uzun vade etkileri incelenmemiştir.
Ayrıca faizin enflasyona olan etkisinin kalıcı olup olmadığı da dikkate alınmamıştır. Aslında faizlerin yükselmesi, ilk anda maliyet kanalı ile mal ve hizmet fiyatlarını arttırırken aynı zamanda borçlanma iştahını azaltacağı için orta vadede toplam talebin azalmasına neden olarak ekonomi fazla ısınmadan yeniden dengelenmesini sağlayabilir.
Ancak, faiz artışı herhangi bir nedenle baskılanırsa, bu durumda hem talep yönünde hem de arz yönünde fon talebindeki artışı dengeleyecek bir kısıt olmayacağından ekonomi ısınmaya ve enflasyonist ortama doğru yol almaya başlar. Buradan anlaşılacağı üzere, faiz artışı kısa vadede enflasyonist baskı yaratsa bile, tüketim talebinin dizginlenmesinden itibaren ekonomi tekrar dengeye dönerken, faizlerin uzun süre baskılanması halinde enflasyonist ortam kalıcı hale gelir ve daha kapsamlı bir ekonomik müdahale zorunluğu kaçınılmaz olur.

17 Mayıs 2018 Perşembe

Akıllı makinalar çağı


İnsanoğlunun buharlı makinelerle başlayan, akıllı makinalarla devam eden sanayileşme sürecinin dört aşaması olduğu kabul ediliyor. Üretimde insanın yerini önce buhar gücünün, sonra elektriğin, sonra elektroniğin sonra da akıllı makinalar ve yapay zekânın alması aşamalarını birbirinden ayırmamız ve üretim biçimi ve yapısındaki dönüşümleri anlamamız için böyle bir sınıflamaya ihtiyaç var.
Sanayileşme süreci aynı zamanda insanın beden işçiliğinden beyin işçiliğine giden yolculuğunu da anlatıyor. Beş bin küsur yıllık insanlık tarihini bir cümlede özetlemek mümkün olsaydı bunun en iyi ifade eden cümle; insanın hikâyesi beden gücünü kullanan insandan beyin gücünü kullanan insana dönüşümünün hikâyesidir demek olurdu.
Tarım ya da sanayi üretiminin her aşamasının merkezinde insan vardır. İnsan, öğrenme, konuşma ve düşünme gibi çok özel yeteneklere sahip bir canlı olmasına rağmen onu diğer canlılardan ayıran bu özelliklerinden faydalanabilmesi için eğitilmesi gerekiyor. Eğitim insanın yaratıcı gücünü tahrik eden, analiz yapmasını, neden sonuç ilişkisini kurmasını sağlayan bir beyin eksersizinden başka bir şey değil.
 İnsanın eğitilmesinin önemini yüzlerce yıl önce kavrayan ve kurumsallaştıran ülkeler bugün gelişmiş ülkeler ya da sanayileşmiş ülkeler dediğimiz ve sanayileşmenin dördüncü aşamasına merdiven dayamış ülkeler. Sadece sanayi alanında değil, bilim, hukuk, felsefe, kültür, sanat adına okuduğumuz tartıştığımız beşeri konuların kaynağının da bu ülkeler olması yine tesadüf değil. Bu toplumlar antik çağlardan bu yana yaklaşık iki bin beş yüz yıldır bu konuları düşünüyor, okuyor ve tartışıyorlar.
Bu açıdan baktığımızda, her sanayileşme evresinin, eğitim, hukuk, felsefe, siyaset, kültür ve sanat gibi yapısal bir ekosistemin ürünü olduğunu anlamak zor olmasa gerek. Yapısal ekosistem belirli olgunluğa erişmeden sanayileşmenin herhangi bir evresinde oyun kurucu olmak ne yazık ki mümkün değil. Ancak durum o kadar umutsuz da değil. Sanayi toplumu olmak için başta eğitim olmak üzere alınması gereken yapısal önlemler bilindiğine göre en azından denenmiş olanı tekrarlayarak aranın fazla açılmasını önlemek mümkün.
Bunu yapmak için orta ve uzun vadeli bir yapısal dönüşüm programını uygulamak ve biraz da sabırlı olmak yeterli. Ancak sorun da burada başlıyor. Çünkü sanayileşme sürecinde arkada kalmış ülkelerde,  halkın da politikacıların da beklentileri hızlı gelir artışı sağlayacak politikalara yönelik oluyor. Çoğunlukla, popülist düzenlemeler ve yapısal dönüşüm düşmanı olan kısa vadeli önlemlerle bir yandan kıt kaynakların verimsiz harcanmasına diğer yandan da çok kıymetli zamanın kaybedilmesine yol açan politikalar tercih ediliyor.
Maalesef, makinaların birbirleriyle ve insanlarla iletişim kurabildiği bir çağda kısır politikalarla kaybedilen bir saniyeyi bile telafi etmek mümkün olmayacak. Bu defa parası neyse verir alırım, sanayi 4.0 a geçerim demek de mümkün değil. Çünkü makine ithal edip üretim yapmanın devri çoktan geçti. Makineler akıllandı üretimi de kendileri yapmaya başladı. Bu çağda, makinalardan daha akıllı insan yetiştiremeyen ülkeler bırakın sahada oyun kurucu olmayı top toplayıcı bile olamayacak.

7 Mayıs 2018 Pazartesi

Sıkıcı para politikası

Ekonomi yönetiminin iki temel ayağı vardır; para yönetimi ve maliye yönetimi. Maliye politikalarının yönetimi siyasi otoritenin denetimindedir. Siyasi partilerin ekonomik vaatleri seçmen tercihlerinde önemli rol oynar. Popülizme açık bir alan olduğu için, bol keseden dağıtılan ekonomik vaatler sıkı maliye politikalarının uygulanması önünde önemli engel teşkil eder. Bu nedenle ekonomik kriz dönemleri dışında sıkı maliye politikası uygulamalarına rastlamıyoruz. Siyasi otoriteler tercihlerini harcamaları artırıcı yani genişleyici politikalardan yana kullanır.
Bu durumda ekonominin yükü para politikası ayağının üzerine biner. Para politikasının denetimi merkez bankalarının kontrolündedir. Doktrinde her iki politika aracının siyasi otorite denetimine verilmesi sakıncalı görülmüş ve para otoritesinin bağımsız olması öngörülmüştür. Bir ülkeye orta ve uzun dönemli yatırım kararı alınırken para otoritesinin bağımsız kararlar alıp alamadığı mutlaka göz önüne alınır. Çünkü ekonominin uzun vadeli istikrarı, bir yatırımcı için olmazsa olmaz şartlardan biridir.
Para otoritesinin dengeleyici unsur olmadığı ortamda, kamu harcamalarında kantarın topuzu kaçarsa ekonomi ısınmaya, fiyatlar üzerindeki enflasyonist baskı artmaya başlar. Zamanında önlem alınmazsa enflasyon genele yayılır ve beklentiler bozulur ve enflasyonist ortam kalıcı hale gelir. Başlangıçta halka bol keseden dağıtılan kaynaklar, enflasyon yoluyla fazlasıyla geri alınır. Kısa süreli refah artışının yerini kalıcı yoksulluk alır. Güçlü bir istikrar paketi ile bozulan dengeler tekrar kurulmazsa enflasyon-fakirlik sarmalı katlanarak bozulmaya devam eder.
Böyle bir ortamda para otoritesinin ters yönde, yani daraltıcı yönde para politikası uygulayarak ekonomiyi soğutması beklenir. Bunun için elindeki en önemli araç faiz politikasıdır ve politika faizinin yükseltilmesi gerekir. Faizi yükseltme teknik olarak paranın fiyatının yükseltilmesidir, çünkü faiz paranın fiyatıdır. Isınan ekonomide paraya olan talep artar, paranın fiyatının dengeli olarak artırılarak parayı kullanmanın maliyeti arttırılmalıdır.
Para kolay elde edilirse, arz talep dengesi bozulur, mal ve hizmetlerin fiyatı artmaya başlar ve ekonomide enflasyonist baskı oluşur. Enflasyon bir ekonomi için en tehlikeli hastalıktır, çünkü gelir dağılımını bozar, zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapar. Sabit gelirlilerin alım gücünü azaltır.
İşte bu nedenle ekonomide dengeleyici unsur olarak para otoritesinin bağımsızlığı önemlidir. Para otoritesi siyasi otoriteye şirin görünme çabasına girer, elindeki araçları doğrudan kullanmak yerine yaratıcı yöntemlerle sulandırmaya başlarsa, yatırımcı için çanlar çalmaya başlar. Sıkı para politikasının sağından solundan esnetilerek uygulanması temel politika haline gelince, kurumsal yatırımcılar açısından bu durum haliyle sıkıcı para politikasına dönüşür ve yatırımcı sessizce oradan uzaklaşır.
Bu sürecin uzaması halinde ise doğrudan yatırım ortamı zaafa uğrar ve meydan kısa vadeli sıcak paraya terkedilmiş olur.