25 Haziran 2025 Çarşamba

Interest Rates and Inflation: Cause or Effect?

The relationship between interest rates and inflation is one of the most divisive topics separating economists and politicians. These two concepts are often manipulated in political discourse, particularly by populist leaders who seek to assign blame. As a result, we frequently hear claims such as “high interest rates are the cause of inflation,” even though this view overlooks key economic realities.

What Are Interest and Inflation?

Interest is the cost of borrowing money — essentially, the price of using capital over time. In economic terms, it is the rate that balances the supply and demand for money.

Inflation, on the other hand, refers to a sustained increase in the general price level within an economy. It typically arises when aggregate demand exceeds aggregate supply. As spending increases and supply struggles to keep up, prices begin to rise across the board.

Does Interest Cause Inflation or the Other Way Around?

This question has long divided economic theory. Some schools — notably Neo-Fisherian economists — argue that rising interest rates cause inflation via the cost channel. According to this view, when borrowing costs rise, businesses pass these costs on to consumers in the form of higher prices.

While this model might appear to work in certain developed economies under specific conditions, it fails to account for the complexities of emerging markets like Turkey — where dollarization, exchange rate volatility, weak institutional credibility, and fragile consumer confidence are critical factors influencing inflationary dynamics.

Short-Term Effects: Inflationary Pressure

Indeed, in the short term, an increase in interest rates can raise costs. Businesses borrowing at higher rates will likely pass those costs on to consumers. For example, if mortgage rates spike to 30%, construction firms may raise home prices to maintain margins.

This may give the impression that high interest rates “cause” inflation — but this effect is often temporary.

Medium to Long-Term Effects: Rebalancing the Economy

Over the medium term, higher interest rates tend to reduce borrowing and spending. This leads to a decline in aggregate demand, easing inflationary pressure. In this sense, interest rate hikes serve a corrective function, cooling down an overheating economy.

To summarize the process:

Higher interest → Lower demand → Less price pressure → Inflation falls

Therefore, while interest rate hikes may appear inflationary at first, they are in fact a crucial tool for achieving long-term price stability.

What Happens When Interest Rates Are Artificially Suppressed?

One of the biggest risks in economic policy is the artificial suppression of interest rates. When rates are kept too low despite rising inflation, demand remains strong while access to funding becomes distorted. The result? An overheated economy, rising imports, weakening currency, and ultimately, runaway inflation.

Turkey’s experience during 2021–2022 is a prime example. Despite falling policy rates, inflation soared — peaking above 80% by mid-2022. Why? Because credit-driven demand remained strong, the lira depreciated sharply, and price expectations became unanchored.

Conclusion: From Political Rhetoric to Economic Reality

The interest-inflation relationship cannot be reduced to simplistic cause-effect logic. Economic outcomes depend on timing, structural context, and market confidence. Yes, high interest rates may seem painful — especially for borrowers and investors — but suppressing them in defiance of inflationary trends often leads to worse outcomes.

Ultimately, successful economic management requires looking beyond short-term costs, restoring policy credibility, and acknowledging that inflation control is not a political preference but an economic necessity.

High interest rates may create short-term inflationary pressure.
But suppressed interest rates allow long-term inflation to spiral.

Navigating this delicate balance is not just about numbers — it’s about trust, transparency, and discipline.


Ekonomik Büyüklük Ölçü Olabilir mi?

Türk ekonomisinin dünyadaki büyüklüğüne dair tartışmalar yıllardır kamuoyunun gündeminde. Bu konu, ekonomistlerden çok siyasetçilerin ilgi alanına giriyor gibi görünse de, aslında ekonomik sıralamalar hem stratejik hem de algısal açıdan büyük önem taşıyor. Ne var ki, bir ülkenin toplam üretiminden (ya da harcamasından) türetilen milli gelir verileri yalnızca mutlak büyüklüğü gösterir; gelişmişlik ya da refah düzeyine dair doğrudan bir fikir vermez.

Sıralamanın Arkasında Ne Var?

Dünya Bankası ve IMF verilerine göre Türkiye, 2023 yılı itibarıyla nominal GSYİH bakımından dünyanın 17. veya 18. büyük ekonomisi olarak yer alıyor. Ancak bu sıralama, ülkelerin toplam nüfusu ile doğrudan ilişkili. Dolayısıyla, büyük nüfusa sahip ülkeler doğal olarak daha yüksek toplam üretim hacmine ulaşabiliyor.

Bunu daha iyi anlamak için şu soruya dönelim: Türkiye, 2024’te ekonomik büyüklük olarak İsviçre ya da Hollanda’dan “büyük” gözüküyor olabilir, ancak bu onların daha gelişmiş ekonomiler olduğu gerçeğini değiştirir mi? Elbette hayır. Çünkü gelişmişlik düzeyi ölçülürken kullanılan asıl kriterlerden biri kişi başına düşen milli gelir.

Kişi Başına Gelir: Gerçek Resim

IMF'nin 2024 Nisan verilerine göre Türkiye'nin kişi başı GSYİH'si yaklaşık 12.500 dolar civarındadır. Bu değerle Türkiye, dünyada yaklaşık 67-70. sıralarda yer almaktadır. Aynı listede Hollanda kişi başı 58.000 dolar, İsviçre ise 95.000 doları aşarak ilk 10 içinde yer almaktadır. Bu fark yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda sosyal altyapı, kamu hizmetleri, eğitim ve yaşam kalitesi gibi alanlarda da belirgindir.

Bu noktada açıkça görülüyor ki, ekonomik büyüklük ile gelişmişlik aynı şey değildir. Türkiye 2000’li yılların başından bu yana istikrarlı bir büyüme sergilemiş olsa da, kişi başına gelir sıralamasında bir sıçrama yaşanmamıştır. 2002’de 66. sıradaydık, 2024 itibarıyla hâlâ benzer konumdayız.

Beşeri Gelişmişlik ve “Episodik Büyüme” Tuzağı

Yalnızca makroekonomik büyüme verilerine odaklanmak, sağlıklı bir ekonomik analiz yapmak için yetersizdir. Ekonomik büyümenin kalıcı ve kapsayıcı olabilmesi için beşeri gelişmişlik göstergeleriyle desteklenmesi gerekir. Aksi halde, Prof. Dani Rodrik’in ifadesiyle bu tür büyümeler “episodik büyüme” olur – geçici, yapısal dönüşümden yoksun ve kırılgan.

Birleşmiş Milletler’in 2023 İnsani Gelişme Endeksi’ne göre Türkiye, 191 ülke arasında 48. sıradadır. Bu sıralama, eğitim, sağlık, yaşam beklentisi ve gelir gibi birçok boyutu kapsamaktadır. Bu endeks, Türkiye'nin ekonomik kapasitesine kıyasla sosyal altyapı alanında hâlâ gelişime açık olduğunu gösteriyor.

Rekabet Gücü: Eksikler ve Potansiyel

Dünya Ekonomik Forumu’nun Küresel Rekabetçilik Endeksi, Türkiye’yi son yıllarda orta sıralarda göstermeye devam ediyor. Altyapı yatırımlarındaki ilerlemelere rağmen, kurumsal kalite, hukuk devleti, eğitim kalitesi ve işgücü yetkinliği gibi alanlarda Türkiye’nin performansı rekabet gücü açısından sınırlayıcı olmaya devam ediyor.

İleri teknoloji üretimi, dijital dönüşüm, yeşil ekonomi gibi alanlarda küresel rekabet hızla artarken, Türkiye'nin bu alanlara yeterince yatırım yapmaması hem ekonomik büyümeyi hem de sürdürülebilirliği tehdit ediyor.

Sonuç: Sıralamaların Ötesine Bakmak

Sonuç olarak, Türkiye’nin 10. ekonomi iddiasıyla çıktığı yolda hala dünyanın 17. veya 18. büyük ekonomisi olması bir yana bu büyüklüğü anlamlandırmak için daha derin ve nitelikli bir perspektife ihtiyaç var. Ekonomik büyüklük tek başına gelişmişliği temsil etmez. Kişi başı gelir, beşeri gelişmişlik, kurumsal kalite ve inovasyon gibi faktörler ekonomik gücün kalitesini belirler.

Türkiye’nin kalıcı ve sürdürülebilir bir gelişme rotasına girmesi için yalnızca büyüme oranlarına değil, aynı zamanda nitelikli büyümeye, eşitliğe ve beşeri kapasiteye yatırım yapması gerekiyor. Aksi halde sıralamalar yerinde sayarken, kalkınma da yalnızca bir hayal olarak kalacaktır.

12 Haziran 2025 Perşembe

Öğrenen Toplum Olabilmek

 

Günümüz dünyasında bilgi ve teknoloji, baş döndürücü bir hızla gelişiyor. Dijitalleşme, yapay zeka, otomasyon ve küresel iletişim ağları yalnızca ekonomileri değil, toplumların dokusunu da dönüştürüyor. Bu değişime ayak uydurabilmek, hatta bu dönüşümün bir parçası olabilmek için bireylerin ve kurumların sürekli öğrenme sürecini benimsemeleri gerekiyor. İşte bu noktada “öğrenen toplum” kavramı karşımıza çıkıyor.

Öğrenen Toplum Nedir?

Öğrenen toplum; bireylerin yaşam boyu öğrenmeyi benimsediği, bilgi edinmenin yalnızca okullarla sınırlı kalmadığı, tüm toplumsal yapının öğrenme kültürü etrafında şekillendiği bir toplum modelidir. Bu modelde, öğrenme sadece çocukluk ve gençlik dönemlerine sıkıştırılmaz. Tam aksine, iş yerlerinden sosyal kurumlara, aile ortamından dijital platformlara kadar her alanda öğrenme süreklidir.

Bu yaklaşım yalnızca bireylerin gelişimini değil, aynı zamanda toplumsal ilerlemeyi de mümkün kılar. Çünkü bilgiye açık, eleştirel düşünen, sorgulayan ve kendini geliştiren bireylerden oluşan bir toplum; inovasyona, değişime ve refaha daha hızlı ulaşabilir.

Sürekli Öğrenmenin Ekonomik Boyutu

Öğrenen toplumun en çarpıcı özelliklerinden biri, bireylerin sürekli öğrenme yoluyla becerilerini geliştirmeleri ve bu sayede iş yaşamında daha yüksek performans göstermeleridir. Bu durum doğrudan iş verimliliğini artırır ve iş gücü piyasasını daha rekabetçi hale getirir. Nitekim günümüzde nitelikli insan kaynağına sahip olmak, bir ülkenin kalkınmasında en az doğal kaynaklar kadar belirleyici bir rol oynamaktadır.

Yapılan birçok akademik çalışma da göstermektedir ki, teknoloji-yoğun sektörlerde verimlilik artışı daha hızlıdır. Bu nedenle, öğrenme kültürünü yaygınlaştırmak ve bireyleri bu doğrultuda desteklemek, sadece bireysel gelişim değil aynı zamanda ekonomik büyüme için de stratejik bir gerekliliktir.

Bilinçli Birey, Sorumlu Toplum

Öğrenen toplum sadece iş dünyasında değil, günlük yaşamda da büyük değişimler yaratır. Bilgiye erişimin kolaylaştığı bir ortamda insanlar kendilerini ve çevrelerini daha iyi anlar. Sosyal medya okuryazarlığı, çevresel farkındalık, dijital etik gibi konular da bu öğrenme sürecinin bir parçası haline gelir.

Bu bilinçli tutum, daha demokratik, şeffaf ve katılımcı bir toplum yapısını destekler. Bireyler yalnızca bilgi tüketicisi değil, aynı zamanda bilgi üreticisi ve paylaşımcısı haline gelir.

Öğrenme Kültürü

Toplumsal değişim ve gelişim, bireylerin kendilerini geliştirmeleriyle başlar. Öğrenen bireyler, mevcut sorunlara yeni çözümler geliştirebilir, yenilikçi fikirler üretebilir ve toplumsal gelişime öncülük edebilir. Bu süreçte kurumlara da önemli görevler düşmektedir. Kurumlar, çalışanlarına öğrenme imkânları sunmalı; hata yapma, deneme ve yaratma özgürlüğünü teşvik etmelidir.

Geleceği İnşa Etmenin Anahtarı

Öğrenen toplum olmak, gelecekte güçlü kalmak isteyen toplumlar için bir tercih değil, zorunluluktur. Teknolojinin ve bilginin bu denli hızlı geliştiği bir çağda, statik yapılar hızla geri kalmaktadır. Oysa dinamik, kendini sürekli güncelleyen bir toplum modeli; hem bireylerin refahını hem de toplumsal kalkınmayı garanti altına alabilir.

Bu yüzden öğrenme sadece bireysel bir çaba değil; kültürel, kurumsal ve toplumsal bir strateji olmalıdır. Öğrenen toplum, geleceği yalnızca izleyen değil, geleceği inşa eden bir toplumdur.