22 Temmuz 2025 Salı

Eğitim Ekonomik Bir Meseledir!

Toplum olarak eğitime dair yerleşik bir kanımız var: Eğitimi, çocukların ve gençlerin belirli bir yaşa kadar gidip diploma aldığı, sosyalleştiği ve hayata hazırlandığı bir süreç olarak görürüz. Onu genellikle sosyal veya kültürel bir başlık altında değerlendiririz. Peki ya size, bu bakış açısının eksik olduğunu söylesem? Hatta yanıltıcı olduğunu... Çünkü eğitim, aslında bambaşka bir şeyin, doğrudan ekonominin kendisidir.

Eğitim, Sadece Bireyleri Değil… Ülkeleri de Dönüştürür

Bir bireyin iyi bir eğitim alması, onun kişisel ufkunu genişletir, potansiyelini ortaya çıkarır ve daha iyi bir yaşam standardına ulaşmasını sağlar. Bu, madalyonun sadece bir yüzü. Madalyonun diğer ve daha büyük yüzünde ise ülkelerin kaderi vardır. Güney Kore’nin 1960’lardaki fakir bir tarım ülkesinden bugünün teknoloji devine dönüşmesinin ardındaki sır nedir? Ya da İrlanda’nın “Avrupa’nın hastası”yken nasıl “Kelt Kaplanı” olduğuna? Cevap tek bir kelimede gizli: Eğitim. Çünkü bir ülkenin en değerli sermayesi ne madenleri ne de fabrikalarıdır; o ülkenin insanlarıdır.

Çünkü Ekonomi, İnsanla İşler

En gelişmiş robotları da üretseniz, en otomatize fabrikaları da kursanız, o sistemlerin arkasında, o sistemleri tasarlayan, geliştiren, yöneten ve daha iyisini hayal eden bir insan vardır. Ekonomi; binalar, makineler ve rakamlardan oluşan cansız bir yapı değildir. Ekonomi, insanın yaratıcılığı, emeği ve zekasıyla nefes alan canlı bir organizmadır. İşte bu yüzden, o insanın niteliği, ekonominin de niteliğini belirler.

Nitelikli Eğitim, Nitelikli İş Gücü Demektir

Bu denklem çok basittir. Eğer bir ülkede eğitim sistemi, sorgulayan, analitik düşünen, problem çözebilen ve yaratıcı bireyler yetiştiriyorsa, o ülkenin iş gücü de bu niteliklere sahip olur. Bunun ekonomik tercümesi ise şudur: Daha verimli fabrikalar, daha yaratıcı fikirler, daha güçlü şirketler. Katma değeri yüksek ürünler üretebilen, dünyaya teknoloji ve tasarım satan, kendi markalarını yaratabilen bir ekonomi, ancak ve ancak nitelikli bir iş gücünün omuzlarında yükselebilir.

Türkiye’de Milyonlarca Genç Okula Gidiyor… Ama Mezun Olduğunda İş Bulamıyor

İşte burada acı bir gerçekle yüzleşiyoruz. Türkiye, genç nüfusu ve okullaşma oranlarıyla kağıt üzerinde büyük bir potansiyele sahip. Milyonlarca gencimiz üniversite sıralarından geçiyor. Ancak mezuniyet günü geldiğinde, birçoğu ya aylarca iş arıyor ya da aldığı eğitimin tamamen dışında bir alanda, daha düşük bir ücretle çalışmak zorunda kalıyor. Bu devasa bir kaynak israfı değil de nedir?

Peki, neden? Çünkü okulda öğretilenle, işte istenen aynı değil. Sanayi 4.0’ı konuştuğumuz, yapay zekanın meslekleri dönüştürdüğü bir çağda, eğitim sistemimiz hala Sanayi 2.0’ın ezbere dayalı, teorik ve hayattan kopuk alışkanlıklarını sürdürmeye çalışıyor.

Ezberleyen Değil, Düşünen Gençler… Test Çözen Değil, Sorun Çözen İnsanlar Lazım

Başarının ölçüsünü çoktan seçmeli sınavlarda en çok doğruyu yapmak sanan bir sistem, gerçek hayatın karmaşık problemlerini çözebilecek bireyler yetiştiremez. Bizim ihtiyacımız olan, formülleri ezberleyen değil, o formüllerin hangi probleme çözüm olacağını akıl eden gençlerdir. Bizim ihtiyacımız, test tekniğini bilen değil, bir ekibin parçası olarak gerçek bir soruna çözüm üretebilen insanlardır.

Eğitim Olmadan İnovasyon Olmaz. İnovasyon Olmadan da Yüksek Gelirli Ekonomi Kurulamaz.

Bir ülkenin zenginleşmesinin tek bir yolu vardır: İnovasyon. Yani yeni bir şey yaratmak, mevcut olanı daha iyi hale getirmek. İnovasyon; AR-GE, teknoloji, tasarım ve markalaşma demektir. Peki, tüm bunların kaynağı nedir? Elbette eğitim. Merak duygusu köreltilmemiş, yaratıcılığı desteklenmiş, eleştirel düşünce becerisi kazandırılmış beyinler... İşte bu beyinler olmadan inovasyon sadece bir hayaldir. İnovasyon olmadan orta gelir tuzağından çıkmak ve yüksek gelirli bir ekonomi olmak da imkansızdır.

O Yüzden Eğitim Sadece Sosyal Değil… Tam Anlamıyla Ekonomik Bir Yatırımdır

Eğitime harcanan her kuruşu bir “gider” olarak değil, geleceğe yapılan en stratejik “yatırım” olarak görmeliyiz. Okullara, öğretmenlere ve müfredatın modernizasyonuna ayrılan bütçe, bir ülkenin kendine yaptığı en kârlı yatırımdır. Bu yatırımın geri dönüşü; daha yüksek verimlilik, artan ihracat, küresel rekabet gücü ve nihayetinde refah seviyesi yükselmiş bir toplum olacaktır.

Unutmayalım: Kalkınma; önce kafada başlar, sonra fabrikada büyür.


Faizsiz Ekonomi Hayali

 

Son 10 yılda Türkiye ekonomisinin yaşadığı sarsıntılar, geçmişte atılan yanlış adımların ve ihmal edilen yapısal reformların doğrudan sonucudur. 2010’ların başında dünyada yaşanan küresel likidite bolluğu ve düşük faiz ortamı, Türkiye için büyük bir fırsattı. Ancak bu fırsat, verimliliğe dayalı bir üretim ekonomisi inşa etmek yerine, inşaata, tüketime ve kısa vadeli siyasi kazançlara feda edildi.

Tüketime Dayalı Büyüme: Geçici Refahın Bedeli

Ekonomi yönetimi bu dönemde dışarıdan kolaylıkla ve ucuz maliyetle sağlanan fonları, tarım ve sanayi gibi rekabetçi ve üretken sektörlere yönlendirmek yerine, büyük ölçüde beton ekonomisine harcadı. Alışveriş merkezleri, lüks konut projeleri ve mega altyapı yatırımları ile ekonomide “görünür” bir büyüme sağlandı; ancak bu büyüme üretkenlik artışına değil, kredi genişlemesine dayanıyordu.

Geldiğimiz noktada, geçmişte şişirilen bu kredi balonu patladı. Kur korumalı mevduatlar, art arda gelen faiz indirimleri ve nihayetinde hızla yükselen enflasyon, sıcak paraya bağımlı bir ekonominin sürdürülemezliğini ortaya koydu. Halk, kolay zenginlik vaadiyle yönlendirildi; ancak fatura yüksek enflasyon, eriyen alım gücü ve kalıcı fakirlikle ödendi.

Manşetlerde büyüme hikâyesi sürekli anlatılsa da, ekonomik göstergeler bu durumu doğrulamıyor. 2023 yılı itibarıyla Türkiye’nin kişi başına düşen geliri hâlâ 2008 seviyelerinin altında seyretmekte. Milli gelir, döviz bazında istikrarsız; ihracat artışı ise ithalat bağımlılığını azaltmakta yetersiz kalıyor.

Kalkınma, sadece sayısal büyüme değil, kurumsal güç, şeffaflık ve hukuk devleti ile birlikte gerçekleşen nitelikli bir dönüşümdür. Ancak Türkiye'de bu dönüşümün tersine işlediğini görüyoruz.

Kurumsal Zafiyet ve Güvensizlik

Gelişmiş ülkelerle farkımızı belirleyen yalnızca ekonomik büyüklük değil; aynı zamanda kurumların gücü ve hukukun işleyişidir. Türkiye’de son yıllarda yatırım ortamını iyileştirmek yerine, yatırımcının en çok önem verdiği unsurlar – bağımsız yargı, öngörülebilirlik ve mülkiyet güvencesi – zaafa uğratılmıştır.

Bir yatırımcı için ekonomik göstergeler kadar, belirsizliklerin ne kadar hızlı ve hukuki yollarla çözülebildiği de önemlidir. Bu konudaki belirsizlikler doğrudan yatırımları caydırmakta, ülkeyi spekülatif ve kısa vadeli sermayeye bağımlı kılmaktadır.

Bugün gelinen noktada, ekonomi sadece sıcak para ve kaynağı belirsiz döviz girişleriyle döndürülüyor. Bu girişlerin büyük kısmı spekülatif kâr hedefli olup, en ufak siyasi veya ekonomik türbülansta Türkiye’yi terk etmeye hazır sermayedir.

Merkez Bankası'nın bağımsızlığı yıllar içinde erezyona uğradı. "Faiz sebep, enflasyon sonuç" anlayışıyla uygulanan politikalar, finansal istikrarı zedeledi. 2021'den itibaren faizlerin yapay şekilde baskılanması, döviz krizini tetikledi; enflasyon %85'leri gördü; ekonomi durma noktasına geldi.

Bu süreçte sıcak para dahi Türkiye'ye uğramaz oldu. Uluslararası fonlar, Merkez Bankası’nın güven vermeyen politikaları nedeniyle Türkiye riskini almak istemedi. Bir dönem “faiz lobisi” diye suçlanan sermaye çevreleri şimdi başka ülkelere yönelmiş durumda. Kendi iç kaynaklarımızla yatırım yapacak ortam yaratılmadığı sürece, Türkiye giderek dışa bağımlı ve kırılgan bir yapıya mahkum kalacaktır.

Ekonominin Gerçeklere Dönmek Şart

Faizsiz bir ekonominin hayalini kurmak, iktisadi gerçekliği inkâr etmektir. Sıcak para ekonomisini eleştirmek doğrudur, ancak bu bağımlılığı ortadan kaldıracak üretim, yatırım ve hukuk temelli bir sistem kurmadan faizle savaşmak yalnızca popülist bir slogana dönüşür.

Bugün Türkiye’nin ihtiyacı olan şey faiz takıntısından kurtulup şeffaflık, öngörülebilirlik ve güven inşa etmektir.

 

Türkiye'nin Sürdürülebilir Büyüme Potansiyeli

Bir ekonominin büyümesi; emek, sermaye ve bu üretim faktörlerinin verimliliği ile şekillenir. Bu birleşimin yarattığı büyüme oranı, ülkenin ekonomik performansının temel göstergelerinden biridir. Elde mevcut kaynakların en verimli biçimde kullanılmasıyla ulaşılabilecek en yüksek büyüme oranı ise, o ülkenin potansiyel büyüme oranını ifade eder. Bu potansiyelin, makroekonomik istikrarı bozmadan sürdürülebilmesi bizi sürdürülebilir büyüme potansiyeli kavramına götürür.

Türkiye ekonomisinin büyüme potansiyelini değerlendirmek için kullanılabilecek birçok yöntem vardır. En basiti, geçmiş dönem büyüme oranlarının ortalamasını almaktır. Ancak ekonomi durağan değil, sürekli değişen bir yapıya sahiptir. Bu nedenle yakın dönem performansına daha fazla ağırlık vererek yapılan değerlendirmeler daha sağlıklı sonuçlar verir.

Gerçekleşen Büyüme Oranları

OECD ve çeşitli bağımsız araştırmalar, Türkiye'nin sürdürülebilir büyüme potansiyelinin %4 – %5,5 aralığında olduğunu ortaya koymaktadır. OECD tahminlerine göre potansiyel büyüme %4 civarındadır. Diğer akademik çalışmalar, 2005–2018 arasında bu oranın %5,5, 2017–2018’de ise %4,8 seviyelerine gerilediğini belirtmektedir. Bu durumda, Türkiye ekonomisinin potansiyel büyümesinin zaman içinde düşme eğilimine girdiği görülmektedir.

Cumhuriyetin ilk 15 yılında (1923-1938) yıllık ortalama büyüme %7,3 olarak gerçekleşmiştir.1924 – 2011 yılları arasındaki büyüme ortalaması ise yüzde 5 olarak bulunmaktadır. Türkiye'nin 2011–2023 döneminde gerçekleşen yıllık büyüme oranları dikkate alındığında ortalama büyüme oranı yaklaşık %4,9 seviyesindedir. 2021–2023 döneminde ise büyüme oranı üç yıl boyunca potansiyel büyüme oranının üzerinde seyretmiştir:

  • 2021: %11,4
  • 2022: %5,5
  • 2023: %5,1

Bu veriler, Türkiye’nin son yıllarda güçlü bir büyüme sergilediğini göstermektedir. Ancak bu büyüme, çoğu zaman çeşitli dengesizlikleri beraberinde getirmiştir.

Türkiye bu potansiyelin üzerine çıktığında, tarihsel olarak çeşitli ekonomik dengesizliklerle karşılaşmıştır. Geçmişte bu dengesizlikler daha çok bütçe açığı şeklinde ortaya çıkarken, son yıllarda cari açık biçiminde kendini göstermektedir. Başka bir deyişle, Türkiye büyümeyi potansiyelinin üzerinde zorladığında, ya kamu açıklarını artırmakta, ya da dışa bağımlılığı yükselten ithalat artışlarıyla karşılaşmaktadır.

Sürdürülebilirliğin Yolu: Potansiyeli Artırmak

Türkiye’nin sorunu büyümek değil, büyümeyi sağlıklı bir şekilde finanse etmek ve istikrarlı kılmak meselesidir. Mevcut potansiyelin üzerinde büyümek, kısa vadeli kazanımlar sağlayabilir; ancak bu durum genellikle ardından gelen sert düzeltmelerle kazanımların bir kısmını geri aldırmaktadır.

Bu noktada Türkiye’nin yapması gereken, potansiyel büyümesini yukarıya taşıyacak yapısal reformlara odaklanmaktır. Bu reformlar şunları kapsamalıdır:

  • Eğitim, teknoloji ve işgücü kalitesine yatırım yapılması
  • Tasarruf oranlarının artırılması
  • Tarafsız öngörülebilir hukuk sisteminin yerleştirilmesi
  • Vergi sisteminde etkinliğin artırılması ve kayıt dışı ekonomiyle mücadele

Bu adımlar atılmadan büyümenin zorlanması, geçmişte olduğu gibi inişli çıkışlı bir büyüme patikasında ilerlememize yol açacaktır. Birkaç yıl süren yüksek büyümenin ardından gelen durgunluk dönemleri, uzun vadede Türkiye'nin refah düzeyini yükseltmesini zorlaştırmaktadır.

Sonuç olarak, Türkiye’nin sürdürülebilir büyüme potansiyeli yaklaşık %4 – %5,5 aralığındadır. Bu potansiyelin üzerine çıkıldığında ekonomik kırılganlıkların artması kaçınılmaz hale gelmektedir. Bu nedenle, geçici önlemlerle değil, kalıcı yapısal dönüşümlerle büyüme potansiyelini artırmak, Türkiye ekonomisinin en önemli önceliği olmalıdır.

 önüşümlerle büyüme potansiyelini artırmak, Türkiye ekonomisinin en önemli önceliği olmalıdır.