11 Aralık 2018 Salı

Akıllı Sözleşmeler

Evimizde ve sanayide kullanılan makinelerin akıllanması ve makinelerin birbirleriyle iletişime geçebilmesi artık kanıksadığımız bir gelişme. İnsanın en üstün özelliği olan aklın, makineler tarafından da kullanılmaya başlaması ekonomik, sosyal, kültürel ve hukuki alanda birçok yeniliği de hayatımıza getirmeye başladı.
Bugünkü yazımızın konusu olan akıllı sözleşmeler, akıllı makineler çağında önemli bir boşluğu doldurmaya hazırlanıyor. Akıllı sözleşmeler, önceden belirlenen şartlar yerine getirildiğinde makinelerin karşılıklı ticaret yapmasına ya da bir hizmetin otomatik olarak yerine getirilmesine imkân sağlayacak.
Nasıl mı? Gelin birlikte inceleyelim...
Akıllı sözleşmeler (smart contracts), blokzincir teknolojisi üzerinde çalışan programlanabilir sözleşmelerdir. Bu sözleşmeler, iki veya daha fazla taraf arasında gerçekleştirilen işlemleri otomatize etmek için kullanılır ve işlemler tamamlandığında sözleşmenin şartlarına bağlı olarak belirli koşullar yerine getirilir. Akıllı sözleşmeler, işlem süreçlerini hızlandırırken aynı zamanda işlem maliyetlerini de azaltabilirler. Basit olarak tanımlamak gerekirse sözleşmeler, bir hizmetin alınması, bir malın kullanılması ya da satın alınması karşılığında bedelin ödeneceğinin taahhüt edildiği hukuki metinlerdir. 
Her ne kadar taraflar şartları açık bir şekilde kâğıda dökse de zaman zaman anlaşmazlıkların çıktığı, mal ya da hizmetin teslim edilmediği, belgelerin kaybolduğu ya da tahrif edildiğine şahit oluyoruz. Bu anlamda akıllı sözleşmeler, blokzincir teknolojisinin en önemli uygulamalarından biridir. Bu teknolojinin en büyük avantajlarından biri, merkezi olmayan bir yapıya sahip olmasıdır. Bu da, akıllı kontratların merkezi bir otoriteye ihtiyaç duymadan çalışabilmesini sağlar. 
Akıllı sözleşmeler bu ve buna benzer birçok sorunun önüne geçiyor. Akıllı sözleşmelerde de taraflar üzerinde anlaştıkları şartları açıkça belirliyor.
Farkı, sözleşmenin bir kâğıda değil, bir programcı ya da bir hazır uygulama tarafından blokzincir tabanlı olarak bilgisayar dilinde yazılması. Akıllı sözleşmelerde önemli nokta, tarafların sözleşme şartlarını adım adım açık ve anlaşılır şekilde yazılmasına özen göstermesidir. Çünkü akıllı sözleşmeler şartların yerine getirilmesi halinde herhangi bir aracıya ihtiyaç duymadan ödemenin (eylemin) otomatik yapılmasına ya da tersine imkân veriyor.
Akıllı sözleşmelerin ilk ve en ilkel uygulamasını yiyecek-içecek otomatlarında görüyoruz. Makinede satışa sunulan yiyecek ya da içeceklerin fiyatı açıkça belirtilmiştir. Makineye uygun ödeme yapıldığında, makine otomatik olarak seçilen yiyeceği ya da içeceği verir. Mekanik olarak yerine getirilen bu işleme karşılık, akıllı sözleşme uygulamasında, bir yazılım aracılığıyla daha karmaşık işlemlerin güvenli olarak yapılması mümkün oluyor.
Dolayısıyla akıllı sözleşme, taraflarca iyi tanımlanmış koşullar yerine getirildiğinde, otomatik olarak, kanıtlanabilir ve güvenli bir şekilde, bir aracıya ihtiyaç duymadan karşılıklı taahhütlerin akıllı makineler aracılığı ile yerine getirilmesine imkân veren elektronik sözleşmedir. 
Akıllı kontratlar, birçok farklı sektörde kullanılabilmektedir. Finans, sağlık, gayrimenkul gibi alanlarda, akıllı kontratlar kullanılarak süreçlerin otomatikleştirilmesi ve hızlandırılması mümkündür. Örneğin, bir emlak satış işlemi sırasında, akıllı kontratlar kullanılarak sözleşmenin şartları otomatik olarak yerine getirilebilir ve işlem süreci daha hızlı tamamlanabilir. Şimdilik basit işlemlerin otomasyonu için kullanılan akıllı sözleşmeler, hukuki altyapının uyum sağlaması ve teknolojinin yaygınlaşması ile birlikte gelecekte akıllı makinelerin karşılıklı ticaret yapmasına imkân verecek şekilde yaygınlaşacaktır.  Ayrıca, iş dünyasında zaman ve para kaybına neden olan, belge düzenleme, hukuki görüş alma, gerektiğinde dava etme ve aracı kullanma gibi birçok işleme ihtiyaç kalmayacağı için maliyetler düşecek ve verimlilik artacaktır.

6 Aralık 2018 Perşembe

Onyedinci Ekonomi

Türk ekonomisinin dünyanın kaçıncı büyük ekonomisi olduğuna ilişkin tartışma ekonomistlerden çok siyasetçilerin sevdiği bir konu. Ülkelerin ekonomik sıralaması öyle yıldan yıla değişen bir büyüklük olmadığı halde ülkemizde siyasilerin sık sık bu konuyu övünme konusu yaptığını görüyoruz. Bunu kısmen ekonomik büyüklük sıralamasının daha çok stratejik anlamı olmasına dayandırabiliriz. Çünkü bir ülkede bir yıl içinde elde edilen toplam üretim (ya da harcamaya) göre yapılan milli gelir sıralaması bize o ülkenin gelişmişlik seviyesi ile ilgili bilgi vermekten çok pazar büyüklüğü hakkında bilgi verir.
Daha iyi anlamak için şu soruyu soralım: 17. büyük ekonomi olan Türkiye, 18. sıradaki Hollanda ya da 19. sıradaki İsviçre'den daha gelişmiş bir ekonomidir diyebilir miyiz? Öyle olsa milli geliri kişi başına böldüğümüzde de benzer bir sıralama çıkması gerekirdi. Kişi başı refah seviyesine göre bir liste yaptığımızda Türkiye 66. sıraya gerilerken, İsviçre 4., Hollanda ise 13. sıraya yükselmektedir. Buradan anlıyoruz ki, toplam büyüklük hesabında en önemli faktör toplam üretim miktarından ziyade, ülkelerin toplam nüfusudur. Yani bir ülkenin toplam geliri sadece o ülkenin üretimi ile değil toplam nüfusu ile de doğrudan ilgilidir.
Ancak, bir ülkenin rekabet gücünü ve gelişmişlik derecesini anlamak için sadece o ülkenin kişi başına göre hesaplanan makroekonomik verilerine bakmak da yeterli olmuyor. Küresel rekabetin her alanda hızlandığı bir dünyada, üretim, büyüme, ihracat gibi birkaç veriyi cımbızla çekip ekonominin gelişmesini buna bakarak değerlendirmek diğer ülkelerin performansını dikkate almamak aşırı iyimserliğe, hatta pembe hayallere dalmanıza neden olabilir. Nitekim son 20 yılda Türkiye ekonomisi ortalama % 4.5 -5 oranında büyümesine rağmen kişi başına düşen gelire göre yapılan sıralama hiç değişmemiştir. OECD verilerine göre, 2002 yılında kişi başı gelir sıralamasında dünyada 66. sırada olan Türkiye, 2018 yılında da aynı sırada yer almaktadır.
Bir an için makroekonomik verilerin olumlu seyrettiğini ve ülkede refahın hızla arttığını varsayalım. Bu durumda bile ekonominin gelişmişliğinden söz etmek mümkün değildir. Çünkü eğer bu niceliksel gelişme beraberinde insani gelişmişlik alanındaki gelişme ile desteklenmiyorsa o ülkenin ekonomik büyümesi kalıcı olamaz. Prof. Dani Rodrik'in tanımladığı gibi episodik büyüme olur , yani sonu gelecek büyüme olur. O nedenledir ki, küresel rekabette güçlü ve kalıcı bir yere sahip olmak için hem niceliksel hem de niteliksel olarak dünyadaki konumumuzu iyi anlamamız ve bu alanlardaki gelişimimizi yakından izlememiz gerekiyor.
Bu ihtiyaçtan yola çıkarak hazırlanan tablodan anlaşılacağı üzere Türkiye'nin beşeri gelişimi ekonomik gelişimine ayak uyduramamaktadır. Ağırlıklı olarak sosyal gelişmişlik kriterlerine göre hazırlanan tabloyu incelediğimizde, Türkiye'nin rekabet üstünlüğü olan alanların yok denecek kadar az olduğu anlaşılmaktadır.
Bir yandan reel ekonomik kriterlere göre yerinde sayan diğer yandan da beşeri gelişmişliğe göre gerilerde kalan bir ekonominin sadece nüfus artışı ile gelişmiş ekonomiler arasında yer alması takdir edersiniz ki mümkün değildir.

5 Aralık 2018 Çarşamba

21. Yüzyılı Iskalamanın Telafisi Olmaz

Küresel ölçekte yaşanan ekonomik krizler, genellikle büyük dönüşümlerin de habercisidir. Bu tür krizler, küresel ekonomide zamanla biriken sorunların, teknoloji ile istihdam arasında artan uyumsuzluğun çoğu zaman basit bir nedenle bile tetiklendiği ve bütün ülkeleri sarmalına aldığı süreçlerdir.
Ancak bu kaotik ortam aynı zamanda verimsiz yatırımların tasfiyesi ve sermayenin yenilenmesi için de uygun ortam yaratır. Krizin faturasını ödeyen ise değişen üretim / finansman yapısına ayak uyduramayan işletmeler ve dolayısıyla çalışanlardır. Ekonomi literatüründe bu konu ile ilgili derinlemesine pek çok analiz ve çözümleme bulmak ve konuyu uzatmak mümkün. Ancak biz elimizden geldiğince bu konuyu büyümenin dinamikleri ve ekonomi politikaları penceresinden inceleyeceğiz. Böyle yaparsak, günümüz dünyasında bir iki ülke dışında artık tamamen benimsenmiş olan piyasa ekonomisinin neden her ülkede benzer süreçler izlemediğini, neden bazı ülkelerin neredeyse rakipsiz bir konuma sahip olduğunu, neden diğerlerinin sadece üretim ikameci olduğunu daha rahat anlayabiliriz.
Bu anlamda, 2008 yılının Eylül ayında bütün dünyayı sarmalına alan küresel mali kriz kısa vadeli ekonomik ve toplumsal etkileri bir yana bırakılırsa aslında 21. yüzyılın kalan bölümüne damgasını vuracak birçok sınai ve teknolojik dönüşümün doğum sancısından başka bir şey değildir. Öyle bir dönüşüm ki, dördüncü kuşak sanayi / teknoloji devriminin habercisi olarak şimdiden tarihteki yerini almıştır.
Şimdi ne demek istediğimizi biraz açalım... Kriz öncesi ve sonrasını incelediğimizde dikkatimizi çeken en belirgin gelişme, başta Amerika olmak üzere birçok gelişmiş ülkede krizden önce var olan irili ufaklı çok sayıda banka ve şirketin yerini kapanma veya birleşmeler yoluyla devasa ölçekte banka ve şirketlerin alması ve belirli iş kollarında istihdam imkânlarının kalıcı olarak sona ermesi olmuştur. Bunun nedeni, yeni ekonomik yapının, ileri teknoloji ile üretim yapma olanaklarına sahip güçlü firmalara, bunların yatırım ve AR-GE harcamalarını destekleyecek güçlü finans kurumlarına ve yüksek vasıflı işgücüne ihtiyaç duymasıdır.
Krizin açığa çıkardığı bu dönüşümün başlangıcı 1970'li yılların ortalarına kadar gider. Yarı iletken teknolojisinin keşfi ile hayatımıza giren bilgisayarların sanayi ile buluşması bildiğimiz anlamda geleneksel üretim yapısının A dan Z' ye değişmesine yol açtı. Bu süreci doğru okuyan ülkeler 1980'li yıllardan itibaren birçok yapısal reforma imza atarak altyapı ve insan kaynaklarının bu değişime ayak uydurmasının önünü açtılar.
Birçok gelişmiş ekonomide bu sancılı dönüşüm yaşanırken, sanayi üretiminin ucuz işgücü ve hammadde kaynaklarına sahip diğer ülkelere kaydığına şahit olduk. Bu dönemde sağlanan kolay finansman imkânları ve artan yabancı yatırımlar bu ülkelerde büyümenin temel dinamiği haline gelmiştir.
Ancak şimdi durum değişiyor. Teknoloji üretmek yerine satın alıp ucuz işgücü ile üretim yapan ve sadece katma değer satan ülkeleri ciddi bir sorun bekliyor. Çünkü düne kadar en önemli üretim faktörü olan insanın yerini bugün akıllı makinalar almaya başladı. Bir an için şöyle bir düşünelim; bugün dünyanın en büyük mamul mal ithalatçısı olan ABD'de bir tüketici yeni bir cep telefonu almaya karar veriyor ve hazır üretilmiş modellerden birini almak yerine kendi isteğine göre bir model belirlemek ve bunu sipariş etmek istiyor. Bugün bunu yapması henüz mümkün değil ama çok yakın bir gelecekte akıllı fabrikalar yaygınlaştığında, sipariş tüketiciye en yakın fabrikaya iletilecek ve talep edilen ısmarlama ürün tamamen makinalar tarafından üretilerek alıcıya ulaştırılabilecektir.  Böyle bir gelişme şüphesiz en büyük darbeyi sermayenin küreselleşmesine vuracaktır. Çünkü sermayenin ucuz iş gücü olan yerlere göç etme nedeni ortadan kalkacaktır.
Dünyanın neresinde olursa olsun bir ülkenin yeni dünya düzenindeki konumunu anlayabilmek için sorulması gereken anahtar sorular şunlar olmalı: Büyüme modeli diğer ülkelerden yatırım çekmeye mi dayanıyor? Sanayi üretimi diğer ülkelerin talebine göre mi belirleniyor? Üretimde kullanılan teknoloji ithal ediliyor mu? Eğer bu sorulardan en az birinin cevabı evet ise bu ülkeyi önümüzdeki dönemde ciddi sorunlar bekliyor demektir. Emeğin ve sermayenin bilgi ile buluşmasını sağlayacak yapısal dönüşümleri gerçekleştiremeyen, temel hak ve hürriyetler, demokrasi, çağdaş hukuk sistemi gibi daha 19. yüzyılda çözülmüş olması gereken konularda sorunlar yaşayan ülkelerin 21. yüzyıl üretim ilişkilerine uyum sağlaması mümkün görünmemektedir.
Unutulmamalıdır ki, kalıcı ve sürdürülebilir ekonomik büyümenin ana motoru üretim, ticaret ya da inşaat değil inovasyondur. İnovasyonun ana kaynağı ise nitelikli ve yetişmiş insan kaynağıdır. Sermayenin küreselleşmesi süreci sona ererken rekabetin artık akıllı makinalar üzerinde yoğunlaşacağı belli olduğuna göre, hala vakit varsa yapabilecek en anlamlı kalkınma hamlesi, nitelikli insan sermayesi ve inovasyona dayanan büyüme modelini benimsemek ve ülke kaynaklarının büyük bölümünü ölü yatırımlar yerine teknoloji yoğun yatırımlara yöneltmek olacaktır.

8 Ağustos 2018 Çarşamba

Yapısal reformları anlama rehberi

Temel kavramların olur olmaz ve bilinçsiz kullanımı genellikle anlam kaybına ve hatta anlamsızlaşmasına neden oluyor. Yapısal reform konusu da son zamanlarda içi boşaltılan kavramlardan. Bu nedenle zaman zaman bir takım idari tedbirlerin yapısal düzenleme gibi anlatıldığına tanık oluyoruz.
Çok genel anlamda ifade etmek gerekirse, yapısal düzenlemeleri diğer idari düzenlemelerden ve politikalardan ayıran en önemli özellik yapısal tedbirlerin orta ve uzun vade geleceğe yönelik olması ve kalıcı olmasıdır. Yapısal reformlar gelecekle ilgili tasarımlarımızdır ve doğal olarak gelecekle ilgili vizyon ve beklentilerimizi yansıtırlar. Yapısal düzenlemeler dönüşüme öncülük eder. Bu nedenle de sonuçları genellikle kalıcı olur.
Yapısal düzenlemelerin bir başka özelliği de yaşam kalitesinin iyileştirilmesine yönelik olmasıdır.
Yapısal düzenlemelerin merkez üssünde insan vardır. İnsanın gelişimi, sağlığı, özgürlüğü, güvenliği ve geleceği ile ilgili her şey yapısal reformların konusudur. İnsanın kendini ve çevresini anlayabilmesi, yaratıcı gücünü ortaya çıkarabilmesi için olmazsa olmaz koşul çağın gereklerine uygun eğitime sahip olmasıdır. 
Öyleyse, yapısal reform gündeminin ilk başlığı eğitim ile ilgili olmalıdır. Bu alanda yapılacak düzenlemeler süre ve içerik olarak dünya ortalamasının üzerinde donanıma sahip insan yetiştirmeyi hedef almalıdır. Yapısal düzenlemeler içinde en zahmetli en çok zamana ihtiyaç duyulanları bu başlık altında yer alır. Çünkü sadece öğrencilerin eğitimi değil eğiticilerin eğitimini de planlamak gerekecektir. Bu konuda en güncel örnek İrlanda'dır ve eğitim reformlarının sonuçlarını 12 yıl sonra almaya başlamışlardır.
Reformların merkezinde insan olduğuna göre, ikinci reform başlığımız insanın özgür ve güvenli bir ortamda yaşamasını sağlayacak önlemler olmalıdır. İnsanların çalışmalarının karşılığını almaktan korkmadıkları, haksız rekabete uğrama endişesi taşımadıkları, temel hak ve hürriyetlerinin güvence altında olduğu, özgürce düşünebildiği ve konuşabildiği bir ortam, yaratıcı ve üretken insan için olmazsa olmaz koşullardandır. Bu şartları teminat altına alan düzenlemelere yasal düzenlemeler ya da hukuk düzeni diyoruz. Öyleyse çağdaş hukuk sistemi bu başlıktaki reformların ana bileşenlerinden biri olmalıdır.
Yapısal reform gündemimizin son durağı çevre ve insan sağlığı ile ilgili olan düzenlemeler olmalıdır. Atamız ne güzel söylemiş; sağlam kafa sağlam vücutta bulunur. İnsan doğanın bir parçasıdır, doğa ile uyum içinde yaşamalıdır. Çevreye zarar veren her şey insana da zarar verir. Güçlü nesiller, aydın insanlar yetiştirmek için temel sağlık hizmetlerini teminat altına alan, çevreye zarar verilmesini önleyen düzenlemeler yapısal düzenlemelerin ayrılmaz parçasıdır.
Peki, yukarıda sıralanan üç ana başlık altına girecek sayısız idari ve politika önlemini, yapısal düzenlemelerden nasıl ayırt edeceğiz? Bu gün alınıp yarın değiştirilebilen kararlar işin doğası gereği yapısal olamaz. Yapısal önlemin etkileri de yapısal olmalı yani kalıcı olmalıdır. Daha net ifade etmek gerekirse, yaşam kalitesini ve refah düzeyini kalıcı olarak iyileştiren her düzenleme yapısal düzenlemedir.
Yapısal düzenleme ile ilgili bir başka yanılgı da düzenlemelerin bir defalık olduğudur. Eğer öyle olsaydı yüz yıl önce yapısal reformlarını tamamlayan ülkelerin bugün gündemlerinde hala yapısal reformlar olmazdı. Sanayi ve teknolojinin gelişmesi insan kaynağı ile doğrudan ilgili olduğuna göre, dünyadaki teknolojik gelişmeleri yakalamak ve hatta öne geçmek için yapısal reformların ikinci, üçüncü, dördüncü kuşakları olduğunu da unutmamak gerekir.

6 Temmuz 2018 Cuma

Faiz nedir?



Faiz, ödünç alınan para için ödenen ve yüzde olarak ifade edilen komisyon ya da ücrettir. Genellikle yılık oran olarak ifade edilir. Ancak paranın bir yıldan daha kısa ya da uzun süreli ödünç alınması elbette mümkündür. Kullanım amacına, süresine ve alan ve verenin özelliklerine göre çeşitli adları ve hesaplama yöntemleri olsa da temel prensip aynıdır. Aldığınızdan fazlasını geri ödersiniz.
 Mülkiyeti bir başkasına ait bir taşınmazı ya da malı kendi amacınız için bir süreliğine kullanma karşılığında nasıl ki bedel ödüyorsak, sahip olmadığımız bir parayı belirli bir süre kullanma karşılığında da bir bedel ödememiz gerekiyor. Diğer bir deyişle, karşılığını ödemeden bir evde oturamıyor ya da araba kiralayamıyorsak, bir bedel ödemeden de ödünç para almamız beklenemez. Faiz, en yalın anlatımıyla, ödünç alınan bir parayı belli bir süre kullanma karşılığında ödenmesi gereken “kira” bedelidir.
Peki, paranın kira bedeli yani faizi nasıl belirleniyor? Bu sorunun cevabı parayı kimin aldığı kadar kimin verdiği ile de yakından ilgili. Bir yakınlarınızdan aldığınız ödünç para için faiz vermeyebilirsiniz. Ancak, parasını ya da malını bir bedel almadan kullanmanıza izin veren kişinin aslında bir gelirden vazgeçtiğini bunun maddi bir külfeti olduğunu unutmamak gerekir.
Bu durumu paranın zaman değeri ile daha iyi açıklayabiliriz. Çünkü paranın değeri ile zaman arasında ters orantı vardır. Bunun nedeni fiyat artışları yani enflasyondur. Örneğin, aylık ortalama % 1 fiyat artışı olan bir ekonomide bir ay nakit olarak tutulan paranın alım gücü % 1 azalacaktır. Yani, bir bedel almadan borç veren bir kişinin parası bir ay sonra % 1 değer kaybetmiş olacaktır. Eş dost arasında bu paranın lafı mı olur diyebilirsiniz zararı sineye çekebilirsiniz. Ama bir finans kurumundan ödünç alınan para için en az beklenen enflasyonun üzerinde bir bedel ödenmesi gerektiğini tahmin etmek zor olmasa gerek.
Borç alınan para için ödenmesi gereken faizin oranının ne olacağı ise, piyasadaki para arzı miktarı, paraya olan talep miktarı, ödünç istenen süre zarfında beklenen enflasyon ve risklerin ne olacağı ile yakından ilgili. Finansal kurumlar bu risklerin fiyatlandırılmasında yani faizin belirlenmesinde bu bilgileri mümkün olduğunca hesaplamalarına yansıtırlar. Hesabın en zor kısmı ise belirsizliğin fiyatlanmasıdır. Hiçbir aracı kurum belirsiz ortamlarda risk almak istemez. Bu nedenle risk fiyatlamalarını yüksek tutarlar. Yani, belirsizliğin artması faizlerin de artması anlamına gelir. Tersten okursak, faizlerin düşmesi için öncelikle belirsizliğin, gelecekle ilgili endişelerin azalması gerekir.
Bir an için, risk beklentisinin iç ve dış nedenlerle arttığını ancak faizlerin yükselmediğini varsayalım. Bu durumda ödünç para verenler, yani bankalardaki mevduat sahipleri, birikimlerinin erimesinden endişe duymaya başlarlar ve arsa, ev, döviz, altın gibi alternatif yatırım araçlarına yönelebilirler. Hatta yatırım yapmaktan vazgeçip tüketim harcamalarını öne çekebilirler.
Gayri nakdi yatırım araçlarına yönelme tercihi, yatırım için gerekli fon arzını olumsuz etkileyecektir. Tüketimi öne çekme tercihi ise toplam talebin artmasına neden olacaktır. Böylece, bir yandan talep artarken diğer yandan üretim talebe cevap veremeyecek çünkü yeni yatırım için yeterli fon arzı olmayacaktır. Bu durum ise ders kitaplarında tarif edilen enflasyonist ortama davet çıkaracaktır.
Enflasyonun artmaya başlaması ise artık sadece para sahiplerini değil sabit gelirlileri de olumsuz etkileyecektir. Çünkü enflasyon gelir dağılımı bozar, alım gücünü azaltır. Sabit gelirlilerin geliri, tasarruf sahiplerinin tasarrufu hızla erimeye başlar.
Mümkün olduğunca basitleştirilmiş bu analizden anlaşılacağı üzere, faiz neden değil sonuçtur. Nedeni ortadan kaldırmadan faiz artışının engellenmesi ve bunda ısrar edilmesi kaçınılmaz olarak toplumun tüm kesimlerinin ağır bedel ödemesine neden olacaktır. 

6 Haziran 2018 Çarşamba

Avrupa'nın hasta adamları

Dönemsel olarak ortaya çıkan ekonomik krizlerin ekonomide zamanla biriken sorunları ve zafiyetleri gidermek gibi bir işlevi vardır. Hızlı büyüme dönemlerinde karlılığı ve mali yapısı güçlü olmayan işletmeler fazla göze batmadan yaşam imkanı bulur. Ekonomi yavaşlamaya ve kar marjları azalmaya başlayınca bu sağlıksız yapılar düşen kar marjlarına dayanamaz ve birer birer kapanır.
Ancak popülizmin hakim olduğu bir dünyada krizleri doğal akışına bırakmak ve sonuçlarına katlanmak mümkün olmuyor. Son küresel finans krizinde de farklı olmamış, başta Amerikan Merkez Bankası (FED) olmak üzere hemen hemen bütün merkez bankaları olağan ve olağandışı yöntemler kullanarak krize müdahale etmişlerdir. Özellikle ABD, Avrupa ve Japonya merkez bankalarının uyguladığı müdahalelerin bir bölümü ilk kez uygulanan önlemler olduğu için önümüzdeki yıllarda sonuçları itibarıyla muhtemelen dünya ekonomi tarihi için önemli derslerle dolu olacaktır.
Küresel krizin onuncu yılının tamamlanmasına çok az kaldığı bir dönemde yine büyük bir kriz dalgasının yaklaşmakta olduğuna dair belirtiler güç kazanıyor. Yeterli şartlar oluştuğunda krizi tetikleyen şey aslında en zayıf halkanın kopmasıdır. Bugün Avrupa'nın karşı karşıya olduğu sorun da birlik içindeki bazı zayıf halkaların varlığından kaynaklanıyor. Yapısal nedenlerle çözülemeyen bu sorun, yeni bir küresel krizde Avrupa birliğini derinden etkiyecek güçte.
Daha iyi anlatabilmek için şu soruyu sorarak başlayalım; Avrupa'da neden bazı ülkeler sürekli borç almak zorunda kalırken diğer ülkeler tasarruf fazlası vermektedir ve neden bu durum düzeltilememektedir?
Genel bir tanım yapmak gerekirse, eğer bir ülke dış dünyaya sattığı mal ve hizmetlerden elde ettiği döviz geliri ile dış dünyadan aldığı mal ve hizmetlerin bedelini ödeyemiyorsa ya büyümeyi düşürmek ya parasının değerini düşürmek ya da borçlanmak zorundadır. İlk iki seçenek siyasi açıdan popüler seçenekler olmadığı için, borç almak en kolay ve en tercih edilen yöntemdir.
Borç almanın tek seçenek olduğu bir başka durum da mukayeseli rekabet üstünlükleri dengeli olmayan ülkelerin parasal birlik çatısı altına girmesidir. Teorik olarak, dış ticareti sürekli açık veren ülkelerin para birimleri denge sağlanıncaya kadar değer kaybetmesi gerekir. Ancak bir ekonomik ve parasal birlik içinde ticaret açığı veren ve bu durumu kalıcı olan ülkeler, kur silahları olmadığı için gelir açıklarını borçlanarak kapatmak zorundadırlar. Ya da sürekli olarak küçülme ve fakirleşmeyi göze almaları gerekir ki ekonomik ve politik olarak bu seçeneğin tercih edilmesi mümkün değildir.

Parasal birlik içinde yer alan ülkeler her ne kadar aralarında ödemeler dengesi hesabı tutmasalar da, bu durum bu ülkeler arasında bir ödemeler dengesi sorununun yok olduğu anlamına gelmez. Birlik içinde yer alan ülkeler arasında ticaret devam ettiği sürece göre birlik ülkeleri arasında bir ticaret açığı ya da fazlası olacaktır.
Parasal birlik sürecinde ticaret açığı veren ülkeler zamanla rekabet güçlerini artıracak yapısal dönüşümü başaramazlarsa açık vermeye ve borçlanmaya devam edecekler ve sonunda bir borç ödeme sorunu ile karşılaşacaklardır. Peki, rekabette eşit şartları olmayan ülkelerin parasal birlik içinde yer almaları mümkün değil midir? Rekabette sorun yaşayan ülkelerde yapısal reformlar yapılmadan ve en önemlisi sürecin mali birlik aşaması tamamlamadan mümkün değildir.
Eğer, parasal birliğin hemen arkasından mali birlik ile ilgili adımlar atılabilseydi, bugün Avrupa Birliği'nde bazı ülkelerin içine düştüğü borç krizi bu derece derinleşmeden mali disiplin tedbirleri ile daha hafif atlatılabilirdi. Ancak mali birlik, üye ülkelerin egemenlik haklarından vazgeçmeleri anlamına geldiği için hiç bir üye ülke parlamentosu bu konuda adım atma cesaretini gösterememektedir.
Önümüzdeki dönemde Avrupa Birliği'nin mevcut yapısı yeni sorunlar üretmeye devam edecektir. Avrupa Birliği içinde rekabet üstünlüğü olan ülkeler giderek daha fazla zenginleşirken, nispeten rekabet sorunu yaşayan Doğu Avrupa ülkeleri ve Akdeniz kuşağı ülkelerinin gelirleri azalacaktır. Mali ve siyasi birlik konusunda bir ilerleme olması ihtimali öngörülemiyorsa, kronik rekabet sorunu olan ülkelerin parasal birlikten ayrılmaları bu ülkeler için belki en maliyetli ama en etkili çözüm olacaktır.

29 Mayıs 2018 Salı

Yeni başlayanlar için para politikası

Para politikası ve maliye politikası ekonomi yönetiminin iki temel politika aracıdır. Vergi toplama, teşvik, kamu harcamaları gibi mali politikalar doğal olarak hükümetlerin kontrolündedir. Buna karşın para politikası özerk ya da bağımsız para otoritesinin yani merkez bankasının denetimindedir. Bu iki başlı yönetim bir yandan uyum içinde çalışırken diğer yandan da birbirlerini kontrol ve dengelemek zorundadırlar.
Para otoritesi, mali politikaların ekonomi üzerindeki etkilerini yakından takip ederek, ekonomide aşırı ısınma veya soğuma olmadan küçük müdahalelerle ekonomik dengelerin bozulmasını önlemelidir. Merkez bankası zamanlama hatası yaparsa para politikası uygulamaları tek başına etkisiz kalır ve mali politikalarla desteklenmesi zorunluğu ortaya çıkar.
Merkez bankasının ekonominin fon akışını denetlemesi için elinde iki tür araç seti vardır. Faiz politikaları araç seti ile bankaların nakit durumunu ve maliyetlerini düzenlerken, menkul değer, döviz  alım satım işlemleri ile piyasaların nakit durumunu dengeler. 
Sade vatandaşlar için banka neyse, bankalar için de merkez bankası odur. Yani merkez bankası bankaların bankasıdır. Bankalar mevzuatta belirlenen kurallara göre merkez bankasına para yatırır ya da çekebilir. Nakde ihtiyaçları olduğunda borç alabilir, fazla olduğunda verebilirler. Buna karşılık merkez bankası da faiz alır ya da öder.
Bankacılık kuralları gereği, bankalar gün sonunda bilançolarını denk kapatmak zorundadırlar. Yani nakit açığı veya fazlası olmaması gerekir. Bu nedenle gün sonuna doğru, tahmini nakit durumlarına göre merkez bankasından bir gecelik borç isterler veya borç verirler. Bu işlemler merkez bankasının önceden ilan ettiği gecelik borç alma veya verme faiz oranları üzerinden yapılır.
Bankalar herhangi bir nedenle nakit durumunu gün içinde belirleyemezse, en geç saat 16:00-17:00 arasında merkez bankasından fon taleplerini karşılayabilirler. Geç saatte ve son anda yapılan bu işlemlerin caydırıcı olması ve tekrarlanmaması için fon ihtiyacı olan bankadan yüksek oranda faiz alınır. Merkez bankasının sağladığı bu imkana Geç Likidite Penceresi faizi denir. Bir bankanın sık aralarla bu imkana başvurması hoş karşılanmaz ve banka yakın takibe alınır. Banka üzerindeki denetim arttırılır.
Bankaların nakit durumunu ve borçlanma maliyetlerini bu yolla kontrol altında tutan merkez bankası, piyasaların nakit durumunu da açık piyasa işlemleri dediğimiz araçlarla düzenler. Merkez bankasının bankalardan tahvil, bono veya döviz alması piyasaya nakit vermesi, satması ise nakit çekmesi demektir. Çünkü merkez bankasına giren her TL piyasadan çekilmiş, çıkan her TL piyasaya sürülmüş demektir. Piyasadaki para miktarı bu şekilde düzenlenir.
Açık piyasa işlemleri arasında en çok kullanılan, piyasa derinliği en fazla olan araç, repo ve ters repo işlemleridir. Repo işleminde bankalardan belirli bir faiz karşılığında tahvil alınıp nakit ödenir, ters repo işleminde bankalara tahvil satılıp karşılığında nakit alınır. 
Merkez bankasının kullandığı her politika aracının doğal olarak farklı bir faiz oranı vardır. Bankanın uyguladığı faiz oranları içinde piyasa derinliği en fazla olan, en sık kullanılan faiz, merkez bankası tarafından politika faizi yani referans faizi olarak ilan edilir. Diğer mali piyasalarda fonlama maliyetleri bu faiz oranı baz alınarak hesaplanır. Bu nedenle ekonomideki yeri çok önemlidir. 
Normal olarak merkez bankasının, en yaygın kullanılan gecelik borç verme faizi ya da haftalık repo faizini politika faizi olarak belirlemesi beklenir. Ancak merkez bankası sıra dışı bir uygulama ile elindeki faiz setinden başka bir faizi ya da faiz aralığını politika faizi olarak da belirleyebilir. 
Bu sıra dışı uygulamaların en sıra dışı olanı ise geç likidite penceresi faizinin politika faizi olarak belirlenmesidir. Merkez bankası böyle bir karar aldığı takdirde ortalama fonlama maliyetini bankanın uyguladığı en yüksek faiz olan gecikme faizine eşitlemiş olur. Böyle bir uygulamanın tercih edilmesi halinde, bir yandan diğer faiz politikaları fiilen işlevsiz hale gelirken diğer yandan bankaların gün içi nakit akışlarındaki dengesizlikleri izleme imkanı da heba edilmiş olur.

22 Mayıs 2018 Salı

Faiz mi enflasyondan çıkar enflasyon mu faizden?


Faiz ve enflasyon ilişkisi hemen herkesin hakkında fikir yürüttüğü ama bir türlü üzerinde tam uzlaşılamayan bir konu.  Ekonomistler cephesinde de durum böyle. Bunun temel nedeni makroekonomik değişkenlerin doğası gereği birbirleriyle dinamik bir ilişki içinde olması, yumurta tavuk örneğinde olduğu gibi süreci başlatan temel etkeni tespit etmenin kolay olmaması.
Bunun pek çok nedeni var. Kavramların kendisi kadar, aralarındaki nedensellik bağı da hangi zaman aralığında, hangi ekonomide ve hangi açıdan baktığınıza göre değişebiliyor. Bu nedenledir ki ekonomistler,  iki değişken arasındaki nedenselliği tespit edebilmek için belirli varsayımlarla birçok değişkeni sabit tutarak, kısa süreli hatta anlık ilişkileri modellemeye çalışırlar.
Laboratuvar koşullarında ispatlanan birçok varsayımı, evrensel bir kural haline getirip her ekonomide her durumda geçerli olduğunu iddia etmeye başladığınız anda bilimden uzaklaşıp, politika alanına giriş yaparsınız. İşin içine politika girince tartışma da kaçınılmaz oluyor.
Kavramsal olarak faiz, paranın zaman değerinin karşılığı olarak ödenen bedeldir. Yani faiz paranın belli bir süre kullanılması karşılığında ödenen kira bedelidir. Fiyat arz ile talebi dengeye getiren değer olduğuna göre, fon talebi ile fon arzını dengeye getiren fiyata da faiz diyoruz.
Enflasyon ise ekonomideki genel fiyat seviyesinde gözlenen değişimdir. Toplam talep ile toplam arz arasındaki dengeyi ya da dengesizliği ifade eder. Enflasyon yükseliyorsa, genel talep seviyesi artarken toplam arz yetersiz kalıyor demektir.
Toplam talebi körükleyen iki kanal vardır. Kamu harcamaları ve/veya özel kesim harcamaları. Dengede olan bir ekonomide harcamaların herhangi bir nedenle artmaya başlaması arz üzerinde bir baskı oluşturur. Harcama talebinin artması, tüketici, üretici veya ithalatçının fon talebini arttırır. Fon arzı (tasarruflar) artan talebi karşılayamayınca faizler yükselir. Yükselen faizler maliyet kanalından fiyat artışlarına neden olur.
Tam bu noktadan bakınca faizler, maliyet kanalıyla enflasyona neden olmuş görünüyor. Neo Fisherci ekonomistlerin faiz enflasyona neden olur iddiası da bu anlık etkinin formüle edilmesinden kaynaklanıyor. Gelişmiş ekonomiler için tasarladıkları ekonomi modelinde dolarizasyonun enflasyona etkisi, talep enflasyonu kanalı, faizin kısa ve uzun vade etkileri incelenmemiştir.
Ayrıca faizin enflasyona olan etkisinin kalıcı olup olmadığı da dikkate alınmamıştır. Aslında faizlerin yükselmesi, ilk anda maliyet kanalı ile mal ve hizmet fiyatlarını arttırırken aynı zamanda borçlanma iştahını azaltacağı için orta vadede toplam talebin azalmasına neden olarak ekonomi fazla ısınmadan yeniden dengelenmesini sağlayabilir.
Ancak, faiz artışı herhangi bir nedenle baskılanırsa, bu durumda hem talep yönünde hem de arz yönünde fon talebindeki artışı dengeleyecek bir kısıt olmayacağından ekonomi ısınmaya ve enflasyonist ortama doğru yol almaya başlar. Buradan anlaşılacağı üzere, faiz artışı kısa vadede enflasyonist baskı yaratsa bile, tüketim talebinin dizginlenmesinden itibaren ekonomi tekrar dengeye dönerken, faizlerin uzun süre baskılanması halinde enflasyonist ortam kalıcı hale gelir ve daha kapsamlı bir ekonomik müdahale zorunluğu kaçınılmaz olur.

17 Mayıs 2018 Perşembe

Akıllı makinalar çağı


İnsanoğlunun buharlı makinelerle başlayan, akıllı makinalarla devam eden sanayileşme sürecinin dört aşaması olduğu kabul ediliyor. Üretimde insanın yerini önce buhar gücünün, sonra elektriğin, sonra elektroniğin sonra da akıllı makinalar ve yapay zekânın alması aşamalarını birbirinden ayırmamız ve üretim biçimi ve yapısındaki dönüşümleri anlamamız için böyle bir sınıflamaya ihtiyaç var.
Sanayileşme süreci aynı zamanda insanın beden işçiliğinden beyin işçiliğine giden yolculuğunu da anlatıyor. Beş bin küsur yıllık insanlık tarihini bir cümlede özetlemek mümkün olsaydı bunun en iyi ifade eden cümle; insanın hikâyesi beden gücünü kullanan insandan beyin gücünü kullanan insana dönüşümünün hikâyesidir demek olurdu.
Tarım ya da sanayi üretiminin her aşamasının merkezinde insan vardır. İnsan, öğrenme, konuşma ve düşünme gibi çok özel yeteneklere sahip bir canlı olmasına rağmen onu diğer canlılardan ayıran bu özelliklerinden faydalanabilmesi için eğitilmesi gerekiyor. Eğitim insanın yaratıcı gücünü tahrik eden, analiz yapmasını, neden sonuç ilişkisini kurmasını sağlayan bir beyin eksersizinden başka bir şey değil.
 İnsanın eğitilmesinin önemini yüzlerce yıl önce kavrayan ve kurumsallaştıran ülkeler bugün gelişmiş ülkeler ya da sanayileşmiş ülkeler dediğimiz ve sanayileşmenin dördüncü aşamasına merdiven dayamış ülkeler. Sadece sanayi alanında değil, bilim, hukuk, felsefe, kültür, sanat adına okuduğumuz tartıştığımız beşeri konuların kaynağının da bu ülkeler olması yine tesadüf değil. Bu toplumlar antik çağlardan bu yana yaklaşık iki bin beş yüz yıldır bu konuları düşünüyor, okuyor ve tartışıyorlar.
Bu açıdan baktığımızda, her sanayileşme evresinin, eğitim, hukuk, felsefe, siyaset, kültür ve sanat gibi yapısal bir ekosistemin ürünü olduğunu anlamak zor olmasa gerek. Yapısal ekosistem belirli olgunluğa erişmeden sanayileşmenin herhangi bir evresinde oyun kurucu olmak ne yazık ki mümkün değil. Ancak durum o kadar umutsuz da değil. Sanayi toplumu olmak için başta eğitim olmak üzere alınması gereken yapısal önlemler bilindiğine göre en azından denenmiş olanı tekrarlayarak aranın fazla açılmasını önlemek mümkün.
Bunu yapmak için orta ve uzun vadeli bir yapısal dönüşüm programını uygulamak ve biraz da sabırlı olmak yeterli. Ancak sorun da burada başlıyor. Çünkü sanayileşme sürecinde arkada kalmış ülkelerde,  halkın da politikacıların da beklentileri hızlı gelir artışı sağlayacak politikalara yönelik oluyor. Çoğunlukla, popülist düzenlemeler ve yapısal dönüşüm düşmanı olan kısa vadeli önlemlerle bir yandan kıt kaynakların verimsiz harcanmasına diğer yandan da çok kıymetli zamanın kaybedilmesine yol açan politikalar tercih ediliyor.
Maalesef, makinaların birbirleriyle ve insanlarla iletişim kurabildiği bir çağda kısır politikalarla kaybedilen bir saniyeyi bile telafi etmek mümkün olmayacak. Bu defa parası neyse verir alırım, sanayi 4.0 a geçerim demek de mümkün değil. Çünkü makine ithal edip üretim yapmanın devri çoktan geçti. Makineler akıllandı üretimi de kendileri yapmaya başladı. Bu çağda, makinalardan daha akıllı insan yetiştiremeyen ülkeler bırakın sahada oyun kurucu olmayı top toplayıcı bile olamayacak.

7 Mayıs 2018 Pazartesi

Sıkıcı para politikası

Ekonomi yönetiminin iki temel ayağı vardır; para yönetimi ve maliye yönetimi. Maliye politikalarının yönetimi siyasi otoritenin denetimindedir. Siyasi partilerin ekonomik vaatleri seçmen tercihlerinde önemli rol oynar. Popülizme açık bir alan olduğu için, bol keseden dağıtılan ekonomik vaatler sıkı maliye politikalarının uygulanması önünde önemli engel teşkil eder. Bu nedenle ekonomik kriz dönemleri dışında sıkı maliye politikası uygulamalarına rastlamıyoruz. Siyasi otoriteler tercihlerini harcamaları artırıcı yani genişleyici politikalardan yana kullanır.
Bu durumda ekonominin yükü para politikası ayağının üzerine biner. Para politikasının denetimi merkez bankalarının kontrolündedir. Doktrinde her iki politika aracının siyasi otorite denetimine verilmesi sakıncalı görülmüş ve para otoritesinin bağımsız olması öngörülmüştür. Bir ülkeye orta ve uzun dönemli yatırım kararı alınırken para otoritesinin bağımsız kararlar alıp alamadığı mutlaka göz önüne alınır. Çünkü ekonominin uzun vadeli istikrarı, bir yatırımcı için olmazsa olmaz şartlardan biridir.
Para otoritesinin dengeleyici unsur olmadığı ortamda, kamu harcamalarında kantarın topuzu kaçarsa ekonomi ısınmaya, fiyatlar üzerindeki enflasyonist baskı artmaya başlar. Zamanında önlem alınmazsa enflasyon genele yayılır ve beklentiler bozulur ve enflasyonist ortam kalıcı hale gelir. Başlangıçta halka bol keseden dağıtılan kaynaklar, enflasyon yoluyla fazlasıyla geri alınır. Kısa süreli refah artışının yerini kalıcı yoksulluk alır. Güçlü bir istikrar paketi ile bozulan dengeler tekrar kurulmazsa enflasyon-fakirlik sarmalı katlanarak bozulmaya devam eder.
Böyle bir ortamda para otoritesinin ters yönde, yani daraltıcı yönde para politikası uygulayarak ekonomiyi soğutması beklenir. Bunun için elindeki en önemli araç faiz politikasıdır ve politika faizinin yükseltilmesi gerekir. Faizi yükseltme teknik olarak paranın fiyatının yükseltilmesidir, çünkü faiz paranın fiyatıdır. Isınan ekonomide paraya olan talep artar, paranın fiyatının dengeli olarak artırılarak parayı kullanmanın maliyeti arttırılmalıdır.
Para kolay elde edilirse, arz talep dengesi bozulur, mal ve hizmetlerin fiyatı artmaya başlar ve ekonomide enflasyonist baskı oluşur. Enflasyon bir ekonomi için en tehlikeli hastalıktır, çünkü gelir dağılımını bozar, zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapar. Sabit gelirlilerin alım gücünü azaltır.
İşte bu nedenle ekonomide dengeleyici unsur olarak para otoritesinin bağımsızlığı önemlidir. Para otoritesi siyasi otoriteye şirin görünme çabasına girer, elindeki araçları doğrudan kullanmak yerine yaratıcı yöntemlerle sulandırmaya başlarsa, yatırımcı için çanlar çalmaya başlar. Sıkı para politikasının sağından solundan esnetilerek uygulanması temel politika haline gelince, kurumsal yatırımcılar açısından bu durum haliyle sıkıcı para politikasına dönüşür ve yatırımcı sessizce oradan uzaklaşır.
Bu sürecin uzaması halinde ise doğrudan yatırım ortamı zaafa uğrar ve meydan kısa vadeli sıcak paraya terkedilmiş olur.

30 Nisan 2018 Pazartesi

Blokzincir tabanlı para sistemi

Blokzincir yöntemini yaratan beyinin dahi olarak tanımlanması için çok neden var. Bu nedenlerin arasında bir tanesi ise şapka çıkarılacak cinsten.
Kısaca açıklayalım... Gönüllü olarak blokzincir sistemine dâhil olan ve madenci adı verilen bilgisayarlar, emeklerinin karşılığında bir ödül alıyorlar. Blokzincir yönteminin yaratıcısı bu ödüle Bitcoin adını vermiştir.
Bitcoin olmasaydı belki de blokzincir yönteminden kimsenin haberi olmayacaktı. Bu teknolojiyi kim yarattıysa bunu tahmin etmiş olmalı ki blokzincir katılımcıları için bu dâhiyane ödül sistemini kurmayı da ihmal etmemiş. Peki, blokzincir yöntemini popüler yapan ve yaygınlaşmasına neden olan, hatta zaman zaman onunla karıştırılan Bitcoin nedir?
Bitcoin kısaca, blokzincir ekosisteminin değişim aracıdır, yani parasıdır. Merkez bankaları tarafından yaratılan paralarda olduğu gibi mal ve hizmet alım satımında kullanılabilir, biriktirilebilir yani saklanabilir. Bu paralardan farklı yanı ise, kullanılabilmesi için internete ihtiyaç duyması, şeffaf, kriptolu ve tek bir otoriteye bağımlı olmamasıdır. Yani gerçek anlamda özerk bir yapıya sahip olmasıdır.
Bitcoin konusunda en çok merak edilen konu ise bu parayı kimin nasıl bastığıdır. Madem ki merkezi bir otorite yok, Bitcoin'in yaratılmasına kim karar veriyor, emisyon miktarı nasıl belirleniyor?
Blokzincir ağına dahil olan bilgisayarlar, ya da diğer bir deyişle madenciler, kaydedilen veriler belirli bir boyuta ulaştığında (şu anda 1 Mb) yani bir blok oluştuğunda, bu bloğun kapatılıp "mühürlenmesi" için bir yarışa başlıyorlar. Bu yarışta o veri bloğuna ait kriptonun çözülerek yeni kriptonun oluşturulması gerekiyor (hash). Madenci bilgisayarlar ödülü kazanabilmek için, çözülmesi zor, tahmini imkansız bu şifreyi deneme yanılma yöntemiyle herkesten önce çözmek zorundalar. Tabi bunun için hem zaman hem de para (elektrik) harcıyorlar.
Sonunda şifreyi bulan ilk madenci diğerlerine durumu bildiriyor. Bu bilgi diğer katılımcıların en az yarıdan bir fazlası tarafından onaylandığı anda başarılı madenci Bitcoin yaratma hakkına sahip oluyor. Benzetmek gerekirse madenden altın çıkarmış oluyor. Bitcoin'in zaman zaman dijital altın olarak anılması bu benzerlikten kaynaklanıyor. Böylece bu zorlu çalışmanın karşılığında sistemde yeni Bitcoin yaratılıyor ve toplam emisyona dahil oluyor. Peki emisyon böyle artarsa sistemde enflasyona neden olmaz mı?
Sistemin yaratıcıları mevcut para sistemindeki bütün hastalıkları çözmeye kafayı takmış olmalı ki buna da bir çare bulmuş. Öncelikle, toplam emisyon 21 milyon adet Bitcoin ile sınırlandırılmış. Öyle ihtiyaç olduğunda trilyonlarca Bitcoin yaratmak mümkün değil. Bundan da önemlisi yeni Bitcoin yaratmanın gittikçe zorlaşması. Her Bitcoin yaratıldığında bir sonraki Bitcoin'i yaratmak için harcanması gereken işlem miktarı artıyor. Çünkü çözülmesi gereken şifre gittikçe zorlaşıyor, daha güçlü bilgisayarlara ve daha çok zamana ihtiyaç duyuluyor. Yani Bitcoin yaratmanın maliyeti artıyor. Eğer Bitcoin'in fiyatı bu maliyetin altındaysa o zaman yeni Bitcoin yaratmanın cazibesi de ortadan kalkıyor.
İlk Bitcoin'in yaratılmasının üzerinden 10 yıl geçti. Bugün bir çok Bitcoin türevi olduğu gibi, bilgisayar madenciliğine dayanan bir çok para birimi de mevcut. Ancak, Bitcoin örneğinden anlaşılacağı gibi, blokzincir tabanlı para sistemleri, merkez bankalarının uygulaması gereken ancak zaman zaman muhtelif nedenlerle uygula(ya)madıkları para politikalarını otomatik olarak devreye sokan yapılarıyla geleceğin para birimleri olmaya aday görünüyorlar.   

11 Nisan 2018 Çarşamba

Küreselleştiremediklerimizden misiniz?

Giyim kuşamın modası olduğu gibi, ekonomik doktrinlerin de bir modası var. Her iki modanın da nesnel temelleri, teknoloji ve gelir düzeyi ile yakından ilgili. Moda gelir geçer bir şey olduğu için, eğer hemen ayak uyduramazsanız, siz modayı benimsediğinizde belki de çoktan modası geçmiş olur.
Görünen o ki, küreselleşme akımının modası da son demlerini yaşıyor. Tam da biz küresel ekonomi olmaya heveslenmişken. Küreselleşmenin bir günde toptan çöpe atılması mümkün değil tabii, ancak bir dönüşümün başladığını anlamamız gerek. Peki, ABD merkezli Batı, yıllarca savunduğu, adına yüzlerce makale kitap yazılan bir doktrinden neden vazgeçer?
Küreselleşme akımının ortaya çıkışının, Batı ekonomik sisteminin yüksek üretim maliyetleri ve düşük verimlilik dönemine denk gelmesi tesadüf değildi. Sermayenin küresel açılımı olmasa ve üretim ucuz işgücü, ucuz girdi maliyetlerinin olduğu ülkelere kaymasa Batı ekonomik sistemi refah düzeyi bugünkü seviyelerde olamazdı. Çalışan kesimin gelirleri artmadığı halde arz yönlü küresel deflasyon sayesinde alım güçleri yükseldi.
Küreselleşme bu anlamda batı ekonomilerine yapısal dönüşüm için çok kıymetli zaman kazandırdı. Bu dönüşümün liderliğini bırakmayan ABD 60'lı yıllardan itibaren endüstriyel sanayi ürünlerindeki pazar hâkimiyetini diğer ülkelere terk ederken, üniversitelerinin kapısını ardına kadar yabancı öğrencilere açıp beyin göçünün merkezi haline geldi. Sanayi eğitim işbirliği konularında da önemli adımlar atıldı.
Bu dönüşüm, kısa sürede meyvelerini vermeye başladı. Yarı iletken teknolojisi, yazılım, bilgisayar gibi kavramlar hayatımıza yerleşmeye başladı.
Alman malı makineler, Japon malı arabalar ABD pazarında hâkimiyet sağladığında, Amerikan malı teknoloji ürünleri dünyaya yayılmaya başlamıştı bile. Bugün hayatımızın ayrılmaz parçası haline gelen yazılım ve donanım teknoloji şirketlerinin neredeyse tamamının ABD kökenli olması sanırım her şeyi anlatmaya yetiyor. Peki bu nasıl oldu?
Sanayinin üretim yapısı ile işgücünün eğitim seviyesinin doğrudan bağlantılı olduğunu çok net biliyoruz. Bırakın yeni teknoloji yaratmayı, herhangi bir makinayı kullanmak için bile eğitilmiş insan gücüne ihtiyaç var. Eğitim ile üretimin organik ilişkisini anlamayan, eğitimi sadece iyi statü iyi gelir için araç gören anlayışın hâkim olduğu az gelişmiş ülkeler, büyüme-daralma sarmalında debelenirken, gelişmiş ekonomiler dördüncü kuşak yapısal reformlarla 4. sanayi devrimine hazırlanıyorlardı.
Bu yüzyılın dinamikleri artık üretim için sermaye ya da işgücünü zorunlu kılmıyor. Üretim karanlık fabrikalarda akıllı makinalarla yapılabiliyor. İyi bir fikriniz varsa, kısa bir sürede birkaç milyar dolarlık sermaye toplayabiliyorsunuz. Kısacası, önümüzdeki 10 15 yıl içinde belki de daha kısa zamanda,  Batı'nın ne ucuz işgücüne ne de ucuz mallara ihtiyacı kalacak. Daha şimdiden küresel sermaye için eve dönüş çanları çalmaya başladı bile.
Sorun da burada başlıyor. Milyarlarca eğitimsiz insan gücü ile bu yüzyıla giriş yapan ülkeler, küresel gelir pastasından küçülen payları ile baş başa kalacaklar. Pay küçülünce huzursuzluk artar. Bu da ülke yönetimlerine yansır. Önümüzdeki dönemde bir yandan ülke yönetimlerinin otoriterleşmesini, diğer yandan da küresel huzursuzluğun artmasını ve hatta yer yer sıcak temasa dönüşeceğini öngörmek falcılık olmasa gerek.

4 Nisan 2018 Çarşamba

Internet 3.0

Sanayi ve teknolojinin gelişimini evrelere ayırıp numaralandırmak moda oldu. Aslında fena da olmadı. Bir ekonominin hangi evrede olduğunu belirlediğimizde o ekonomi hakkında pek çok bilgiye de anında ulaşmış oluyoruz.
Sanayileşmiş ülkeler endüstri 4.0 la ilgili ekosistemin temel taşlarını yerleştirirken, bazı ülkelerin yatırım önceliklerini sanayi 2.0 ya da 3.0 evresinde yoğunlaştırması ve kaynaklarını bu yönde kullanması o ülkelerin gelişme seviyesi ve potansiyeli hakkında önemli ipuçları vermeye yetiyor. Büyüme rakamları, trafikteki araç sayısı, binalar yollar köprüler, ekonominin büyüklüğü gibi bilgiler bir ülkenin gelişmişlik düzeyini belirlememiz için yeterli değil artık. Dünyanın en zengin ülkeleri arasında yer alan Katar'ın, sanayileşme evrelerinin hiç birinde yer almamış olması bu ülkenin geleceği hakkında bir fikir vermiyor mu? 
Son 15 yılda günlük hayatımızın ayrılmaz bir parçası haline gelen internet "a" dan "z" ye bildiğimiz her şeyin değişmesine neden oldu. Başlangıçta internet bilgi edinme dışında başka amaçla kullanılmadığı için kısaca internet olarak dilimize yerleşti. Aslında doğru ifade etmek için, internet demek yerine bilgi interneti ya da bilgi ağı dememiz gerekirdi. Zamanla bilgi içerikleri ve kaynakları zenginleşse, multimedya unsurları eklense de internetin bilgi alışverişi için kullanılmasını" İnternet 1.0" olarak adlandırıyoruz.
İnternetin yaygınlaşması ve bilgiye erişimin kolaylaşmasına paralel olarak büyük bir ivme kazanan sınai ve teknoloji alanındaki gelişmeler, evde, iş yerlerinde ve fabrikalarda kullandığımız makinaların "akıllanmalarına" imkân tanıdı. Akıllanan makinalar insana ihtiyaç duymadan birbirleriyle ve insanlarla doğrudan iletişim kurabilmeye başladı. Henüz çok yaygın olmasa da, cep telefonunuzun evdeki kombi ile doğrudan bağlantı kurup, açıp kapatması mümkün. Ev veya işyerindeki güvenlik kameralarının cep telefonunuza düzenli kayıt göndermesi sıradan bir olay haline geldi. Akıllı buzdolabınız varsa, raflarda azalan yiyecek ve içeceklerin yerine yenisini internet aracılığı ile marketten satın alabiliyor. Makinelerin doğrudan birbirleri ile bağlantı kurduğu bu seviye, nesnelerin interneti olarak adlandırılıyor. Kullanılan teknoloji ve amaç, bilgi internetinden farklı ve daha gelişmiş olduğu için bu seviyedeki interneti, "İnternet 2.0" olarak tanımlıyoruz.
Daha önceki yazımızda blokzinciri, "herhangi bir değerin güvenli olarak değişimine imkân veren teknoloji" olarak tanımlamıştık. Nasıl ki teknoloji sayesinde artık akıllı makinalar birbirleriyle doğrudan iletişime geçebiliyorsa, bu teknoloji seviyesinde de insanlar, her türlü mülkiyet hakkını herhangi bir aracıya ihtiyaç duymadan doğrudan alıp satabiliyorlar. Bugün hangi yöntemi kullanırsanız kullanın, mülkiyet hakkını bu derece güvence altına alan başka bir kurum ya da yöntem bulamazsınız. Örneğin; nüfus veya tapu bilgilerimiz blokzincir ile kayıt edilmiş olsa, kayıtların tutulduğu binalar yakılıp yıkılsa yer yarılıp içine girse bile bu bilgileri yok etmek asla mümkün olamazdı.
Blokzincir teknolojisi  internete yeni bir boyut kazandırdı. Bilginin ve her türlü mülkiyet hakkının kayıt edilme, saklanma ve paylaşılma yöntemi baştan sona değişti. İnternete yeni bir boyut ekleyen bu teknolojiyi "İnternet 3.0" ya da varlıkların interneti olarak tanımlıyoruz. Mülki varlıkların herhangi bir otoritenin bilgisi ve onayına ihtiyaç olmadan alınıp satılabilmesi, devletlerin para basma, vergi koyma gibi egemenlik haklarında zafiyet yaratacaktır. Bu nedenle, zamanla blokzincir uygulamalarının yaygınlaşması halinde bugünkü pek çok kavram ve kurumun değişmesi ya da anlamını yitirmesi kaçınılmaz olacaktır.

23 Mart 2018 Cuma

..ve İnsan Blokzinciri Yarattı


Hemen her türlü bilginin kayıt altına alındığı bir dünyada, bir bilgiye anında ulaşabilmek, gerektiğinde gruplandırıp raporlayabilmek için bir veri tabanının kullanılması gerektiğini bilmeyenimiz yoktur sanırım. Veri tabanları, kaydedilen verilerin yapısı ve çeşidine göre en basitinden en karmaşığına çok çeşitli yapıya sahip olabilirler. Veri çeşitliliği ve miktarı artıkça, verileri depolamak ya da sorgulamak için özel yazılımlar ve işlemci gücü yüksek sunuculara ihtiyaç duyarız. Bu da yetmez hızlı ve kolay erişim için veri tabanının kurgusu (mimarisi) de iyi olmalıdır.
Verileri bir yere depolayınca, bu verileri ele geçirmeye çalışan meraklıların olması da kaçınılmazdır. O nedenledir ki, veri merkezlerinin fiziki ve elektronik korunması üzerinde en çok çalışılan, en fazla kaynak ve zaman ayrılan bir konudur. Bunca çabaya rağmen, kişisel verilerimizin sık sık ele geçirilmesine şahit oluyoruz.  Depolanan verilere izinsiz erişmeye çalışanlarla, bu verileri korumaya çalışanlar arasındaki amansız mücadele, birçok yeni teknolojinin yaratılmasına da ön ayak olmaktadır.
Yaklaşık 10 yıl kadar önce, kişisel verilerin güvenliğinin, bireysel özgürlüklerin korunması için olmazsa olmaz olduğunu düşünen ve mevcut merkezi düzene biraz da kızgın olduğunu tahmin ettiğimiz kişi ya da kişiler, merkezi veri depolama yöntemi yerine dağıtık veri depolanmasına imkân veren bir teknoloji yarattılar.
Geleneksel yöntemde veriler bir merkezde hatta bir sunucuda depolanırken, blokzincir adı verilen saklama yönteminde veriler çok sayıda bilgisayarda tutulmakladır. Ancak bu sistemi mükemmel yapan şey, verilerin çok sayıda bilgisayarda tutulması değil tabi. Geleneksel veri depolama mimarisinde, kullanıcı tipine göre belirlenmiş erişim yetkisi ve şifresi ile veriye erişim ve hatta değişiklik yapma hakkı tanınır. Veri tabanı yönetici iseniz, hem erişim hem de değişiklik yapma yetkiniz çok daha kapsamlıdır. Bu şifrelerden herhangi birini kıran meraklı gözler, veri deposunun bir kısmı ya da tamamına erişim sağlayabilirler.
Blokzincir sisteminde verinin tamamına ulaşmak mümkün olmadığı gibi, bir blokta kayıtlı veriye ulaşsanız bile bunu asla değiştirmeniz mümkün değildir. Çünkü bir değişikliğin geçerli olabilmesi için, sisteme dahil olan ve madenci adı verilen diğer bilgisayarların en az yarısından bir fazlası tarafından onaylanması gerekir. Ancak blok içinde kayıtlı bir veri değiştirildiği anda o bloğun anahtar kodu değişeceğinden, sistemdeki diğer madenci bilgisayarlar anında bu değişikliği geçersiz sayacak ve işlem iptal edilecektir.
Blokzincir teknolojisini anlatabilmek için veri tabanı örneğinden yola çıktık. Ancak ileriki yazılarımızda göreceğimiz gibi zinciri oluşturan kayıt bloklarının içine ne koyarsanız o amaca yönelik olarak kullanabilirsiniz. Örneğin blokzincir tabanlı bir işletim sistemi yapabileceğiniz gibi, e posta uygulaması, internet tarayıcısı ya da e ticaret portalı hazırlayabilirsiniz. Hatta bugünlerde çok konuşulan Facebook, blokzincir mimarisi kullanılarak yazılmış olsaydı, kişisel bilgilerinizin üçüncü kişilerce alınıp satılması mümkün olamazdı.
Bir sonraki yazımızda, blokzinciri kırılmaz yapan tasarıma biraz daha yakından bakacağız.