24 Eylül 2025 Çarşamba

Mutlak Rekabet Üstünlüğü

 


Ekonomide rekabet üstünlüğü, sadece düşük maliyetle üretim yapabilmekle sağlanmaz. Bugün küresel ölçekte mutlak rekabet üstünlüğü, patentine sahip olduğunuz, size özgü teknolojiler sayesinde elde edilir. Bu nedenle kalkınmanın itici gücü üretim değil, buluşlar ve yeniliklerdir.

Gelişmiş ülkelerin ortak noktası da budur: Daha fazla fabrika açmak değil, daha fazla teknoloji üretmek. Çünkü teknolojiye sahip olan, üretimin kârının büyük kısmını da kendi hanesine yazdırır.

  • Çin, 1980’lerden itibaren küresel üretim üssü oldu. Ancak yıllarca sadece ucuz iş gücüyle büyüdü. Kendi markalarını yaratmaya başladığında, yani Huawei, Tencent, BYD gibi şirketler teknoloji geliştirdiğinde, gerçek kalkınma ivmesini yakaladı.
  • Güney Kore, 1960’larda kişi başına geliri 100 dolar seviyesindeydi. Bugün 35.000 doların üzerinde. Bu dönüşümün nedeni ucuz işçilik değil; Samsung, LG, Hyundai gibi markaların inovasyon gücü.
  • Türkiye ise hâlen ihracatının %40’ından fazlasını düşük ve orta-düşük teknolojili sektörlerden sağlıyor. Yüksek teknoloji ürünlerinin ihracattaki payı sadece %3. Bu nedenle ihracat artıyor ama refah aynı hızla artmıyor.

Ekonomik kalkınma, buluşların ekonomiye kazandırılmasıyla gerçekleşir. OECD verilerine göre:

  • ABD, dünya patent başvurularının %20’sini yapıyor.
  • Japonya ve Güney Kore, kişi başına patent sayısında lider ülkeler.
  • İsrail, nüfusu sadece 9 milyon olmasına rağmen yıllık 7.000’in üzerinde patent başvurusu yapıyor.

Patent sayısı, sadece bir istatistik değil; aynı zamanda ülkenin teknoloji üretme kapasitesinin göstergesidir. Patentli teknolojiler, küresel pazarda mutlak rekabet üstünlüğü sağlar.

Teknoloji yaratabilen bir toplum için en değerli yatırım, insan kaynağına yapılan yatırımdır. STEM (bilim, teknoloji, mühendislik, matematik) alanlarındaki eğitim, genç nüfusun geleceğe hazırlanmasında kritik rol oynar.

Ancak eğitim tek başına yeterli değildir. Yaratıcı bireylerin var olabilmesi için:

Özgür düşünce ortamı, hukukun üstünlüğü, siyasi ve ekonomik güvence şarttır.

Bir bilim insanı ya da girişimci, ancak kendini özgür hissettiğinde ve emeğinin karşılığını alacağına güvendiğinde yaratıcı olabilir. Aksi hâlde “beyin göçü” hızlanır ve ülke, en değerli kaynağını kaybeder.

İnovasyon, yalnızca laboratuvarlarda değil, hukuk ve siyaset ikliminde gelişir.

  • Fikri mülkiyet haklarının korunmadığı,
  • Girişimcilerin hukuki belirsizlik yaşadığı,
  • Akademisyenlerin özgürce araştırma yapamadığı ülkelerde,

yaratıcılık körelir. Bunun yerine, kısa vadeli üretim ve tüketim döngüsüne hapsolmuş bir ekonomi modeli ortaya çıkar.

Üretim büyüme sağlar; ama kalıcı kalkınma buluşlarla mümkündür. Gelişmiş ülkelerin tamamı üretimden çok buluş yapan ülkelerdir. Dolayısıyla, gelişmişliğe açılan kapı, teknoloji yaratabilen insan kaynağına sahip olmaktan geçiyor. Bu nedenledir ki eğitime yapılan yatırım en değerli yatırımdır. Ancak tek başına eğitim de fayda etmez. İnsanın yaratıcı olabilmesi için kendini özgür ve güvende hissetmesi gerekir. Geleceğe dair umutları olması gerekir. Bu ortam ise ancak gelişmiş hukuk ve siyaset normları ile sağlanabilir.

Mutlak rekabet üstünlüğü, buluş yapabilen, teknoloji yaratabilen sistemi kuran ve bunu koruyabilen toplumların hakkıdır.


Emek İhraç Ediyoruz, Zeka Değil.

 



Türkiye, son yıllarda ihracat rekorları kırıyor. 2023’te 255,8 milyar dolara ulaşan mal ihracatı, tarihî bir seviyeye ulaştı. Ancak bu başarı hikâyesinin içinde eksik kalan kritik bir soru var:

Peki, biz ne ihraç ediyoruz?

Ham madde mi?
İşlenmiş ürün mü?
Yoksa yüksek teknoloji mi?

Çok Satıyoruz, Ama Ucuz Satıyoruz

TÜİK ve OECD verilerine göre, Türkiye'nin toplam ihracatında yüksek teknolojili ürünlerin payı yalnızca %3 civarında. Oysa bu oran Güney Kore’de %25, Almanya’da %15 düzeyinde.

Türkiye ihracatının en büyük kalemleri:

  • Otomotiv (montaj ağırlıklı)
  • Hazır giyim
  • Gıda ve tarım ürünleri
  • Demir-çelik gibi düşük katma değerli girdiler

Bir ton fındık yaklaşık 2.000–3.000 dolar ederken, aynı ağırlıktaki ileri teknoloji ürün (örneğin mikroçip) milyonlarca dolara alıcı bulabiliyor.

Bu nedenle:
Çok çalışıyoruz, çok üretiyoruz… ama az kazanıyoruz.

Katma Değer: Akılla Ölçülür

Katma değer, bir ürünün üretim sürecinde ham girdilere ne kadar bilgi, teknoloji, tasarım ve marka değeri eklendiğini gösterir.
Türkiye'nin ihracat profiline baktığımızda:

  • Yüksek teknoloji ihracatı: %3
  • Orta-düşük teknoloji: %40’ın üzerinde
  • Tarım, tekstil gibi emek-yoğun ürünler: Ana kalemler
  • Yabancı markalara fason üretim: Yaygın

Marka, AR-GE ve Tasarım Eksikliği

Türkiye'den çıkan ve dünya genelinde tanınan güçlü markaların sayısı oldukça sınırlı.
Bir ürünü pahalıya satabilmenin yolu ise sadece üretmekten değil, markalaştırmaktan geçiyor.

Ancak Türkiye’nin GSYH’ye oranla AR-GE harcaması %1,3 civarında.
OECD ortalaması ise %2,7.
Güney Kore'de bu oran %4’ü aşıyor.

Yani sadece üretmek yetmiyor; icat etmek, geliştirmek ve sahiplenmek gerekiyor.

İhracat Miktar Değil, Nitelik Meselesidir

İhracatın sadece miktarı değil, kalitesi önemlidir.
100 ton tekstil ürünü, 1 ton ileri teknoloji medikal cihaz kadar döviz getirmiyor.
Dahası, teknoloji ve tasarım içeriği yüksek olan ürünler, küresel krizlerde bile rekabet gücünü koruyabiliyor.

Bir kilogram ihracat başına gelir:

  • Türkiye: ≈ 1.3 dolar
  • Almanya: ≈ 4.5 dolar
  • Japonya: ≈ 3.8 dolar

Aradaki fark, bilgiye ve teknolojiye verilen değerle açıklanabilir.

Katma değeri yüksek ihracat için yapılması gerekenler net:

Eğitim sistemini teknoloji ve yeniliğe odaklı hâle getirmek
Üniversite–sanayi iş birliğini güçlendirmek
KOBİ’leri tasarım, AR-GE ve dijital dönüşümle desteklemek
Yerli markaları küresel pazarlara taşıyacak teşvik modelleri geliştirmek
Patent, tasarım ve lisans üretimini artırmak

Ne İhraç Ediyoruz?

Evet, Türkiye ihracat yapıyor. Hatta çok yapıyor.
Ama asıl mesele ne ihraç ettiğimiz.
Sadece ürün mü?
Yoksa içinde bilgi, tasarım, marka ve teknoloji barındıran değer mi?

Ekonominin geleceği, bu soruya verilecek cevapta gizli.
Ve bu cevap, sadece ticaret politikasını değil, ülkenin kalkınma rotasını belirliyor.

23 Eylül 2025 Salı

Faiz Politikası: Bilim mi, Siyaset mi?



Türkiye’de son yıllarda ekonomi gündeminin en tartışmalı başlığı faiz oldu. Hangi hükümetin iş başında olduğundan bağımsız olarak, “faiz indirilmeli mi artırılmalı mı?” sorusu, teknik bir karar olmaktan çıkıp adeta bir ideolojik kamplaşmaya dönüştü.

Özellikle 2021-2023 arasında yaşanan süreçte bu tartışma, ekonominin rotasını doğrudan etkiledi. “Faiz sebep, enflasyon sonuçtur” şeklindeki teorik karşılığı olmayan yaklaşım, para politikasının merkezine yerleştirildi. Merkez Bankası, enflasyon %20'nin üzerindeyken dahi politika faizini 19’dan 14’e çekti. Sonuç olarak:

Enflasyon 2022’de %85’e ulaştı (TÜİK verisi)

Dolar kuru 8 TL’den 30 TL’ye kadar yükseldi (2021–2023 arası)

Tasarruf sahipleri hızla dövize, altına ve konuta yöneldi

Merkez Bankası rezervleri eksiye indi; güven krizi derinleşti

Tüm bu gelişmeler, faiz kararlarının teknik gerekçelerle değil, siyasi söylemlerle belirlendiğini açıkça ortaya koydu.

Kâğıt Üstünde Bağımsız Merkez Bankası

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB), yasalar çerçevesinde bağımsız bir kurum. Ancak son yıllarda bu bağımsızlık büyük ölçüde tartışmalı hâle geldi. 2019’dan bu yana dört farklı TCMB başkanı görevden alındı. Görev sürelerinin ortalaması iki yılı dahi bulmuyor.

Piyasaların güven duyduğu istikrar sinyali yerine, siyasi iradenin tepkilerine göre şekillenen para politikaları, yatırımcıların risk algısını artırdı. Bu durum yalnızca döviz kurunu değil, doğrudan yatırımları da olumsuz etkiledi. Türkiye’ye gelen doğrudan yabancı yatırım, 2007’de 22 milyar dolar iken, 2023’te 10 milyar doların altına düştü.

Ekonomi yalnızca rakamlarla değil, beklentilerle işler. O beklentiler ise öngörülebilirlik ve kurumsal güven üzerine inşa edilir. Bir merkez bankasının güvenilir olması; piyasaların, yatırımcıların ve vatandaşların geleceğe dair kararlarında istikrar sağlar.

Ancak faiz kararlarının “bilimsel modellerle” değil, “siyasi taleplerle” alınması; piyasaların yönünü belirlemeyi zorlaştırır. Bu durum sadece bireyleri değil, kurumsal yatırımcıları da Türkiye’den uzaklaştırır. Çünkü artık faiz politikası, enflasyonu değil siyasi algıyı kontrol etme aracına dönüşmüştür.

Faiz Artırımları Geriye Dönüş Mü?

2023 ortasından itibaren, yeni ekonomi yönetimiyle birlikte “rasyonel zemin” söylemi öne çıktı. Politika faizi %8,5 seviyesinden, 2024 ortası itibarıyla %50’ye kadar yükseltildi. Bu politika değişikliğiyle birlikte:

Enflasyon artışı yavaşladı ancak %70’in üzerinde seyretmeye devam ediyor.

Kredi büyümesi sınırlanırken iç talep baskısı azalmaya başladı.

Dış finansmana erişim ve portföy yatırımları yeniden artışa geçti.

Ancak bu dönüşün maliyeti ağır oldu. Ekonomi soğurken, reel sektörün yatırım iştahı zayıfladı, işsizlikte kıpırdanmalar başladı. En önemlisi, toplumun büyük bölümü yüksek enflasyonun etkisini hala derinden hissediyor.

Ekonomiyi mi, Siyaseti mi Kurtarıyoruz?

Türkiye’de faiz politikası teknik bir araç değil, siyasi bir gündem maddesi olarak şekilleniyor. Merkez Bankası'nın enflasyonu kontrol altına almak için değil, siyasi liderliğin söylemlerine paralel hareket etmek zorunda kaldığı bir sistemde, ekonomi bilimi geri plana itiliyor.

Bugün asıl sormamız gereken soru şu:

Uygulanan faiz politikası ekonomiyi mi kurtarmaya çalışıyor, yoksa siyaseti mi?

Cevap nettir: Bilimsel zemine dönülmediği sürece her faiz kararı, sadece günü kurtarır; geleceği değil.


Yapısal Reformların Gücü:

 

İrlanda Örneği

Yapısal reform ülkemizde içi boşaltılan kavramlardan biri. Her siyasetçinin mutlaka kullandığı ama içini dolduamadığı bir kavram. Aslında reformlar için sihirli bir formul yok. İrlanda örneğinde göreceğimiz gibi temel politikaların siyasetten bağımsız kararlı bir şekilde uygulanması yeterli. Daha anlaşılabilir olması için gelin yakın tarihte  İrlandanın gerçekleştirdiği başarı öyküsünü yakından inceleyelim:

İrlanda, 1990’lardan itibaren uygulamaya koyduğu çok boyutlu yapısal reformlarla, kısa sürede Avrupa’nın en dinamik ekonomilerinden biri hâline gelmiş ve "Celtic Tiger" (Kelt Kaplanı) olarak anılmaya başlanmıştır.

İrlanda’nın başarısı, yalnızca küresel sermaye akımlarına açık olmasıyla değil, aynı zamanda bu sermayeyi çekebilecek kurumsal altyapıyı, nitelikli iş gücünü ve siyasi kararlılığı inşa etmiş olmasıyla ilgilidir. Bu dönüşümün yapıtaşlarını oluşturan reform alanlarını birlikte inceleyelim:

Kalkınmanın Temel Taşı Eğitim Reformları

İrlanda’nın en stratejik reform alanı eğitimdi. 1995 yılında başlatılan eğitim reformlarının etkisi, 2005 itibarıyla istihdam artışı ve verimlilikte sıçrama şeklinde görülmeye başlandı. 2010 yılında ülke, Avrupa’nın en büyük yazılım ihracatçılarından biri hâline gelmişti.

Reformların odağında, nitelikli iş gücü yetiştirmek vardı.

  • STEM (bilim, teknoloji, mühendislik, matematik) alanlarında yükseköğretime yatırım yapıldı.
  • Üniversiteler ile özel sektör arasında iş birlikleri kurularak uygulamalı araştırmalar teşvik edildi.
  • Mesleki eğitim sistemi yeniden tasarlandı, gençlerin istihdama katılımı kolaylaştırıldı.
  • İlk ve orta öğretimde ücretsiz eğitim politikasıyla okullaşma oranı önemli ölçüde yükseldi.

Bu reformlar, İrlanda’yı Google, Facebook, Apple gibi teknoloji devleri için bir yetenek havuzu hâline getirdi.

Vergi Reformları

İrlanda’nın yatırımcılar için cazip bir ülke hâline gelmesinde, kurumsal vergi oranının %12.5’e düşürülmesi kilit rol oynadı.

  • Basit ve öngörülebilir bir vergi sistemi oluşturuldu.
  • Özellikle teknoloji şirketleri, Avrupa merkezlerini İrlanda’ya taşıdı.
  • İrlanda, doğrudan yabancı yatırımların akınına uğradı.

Bu politika, sadece sermaye değil, yüksek ücretli işler ve yenilikçi yatırımlar da getirdi.

Kamu Yönetimi ve Bütçe Disiplini

1980’lerde yüksek borç ve enflasyonla mücadele eden İrlanda, 1990’larda mali disiplini sağlayarak güven kazandı.

  • Kamu harcamalarında verimlilik esas alındı.
  • Bütçe açıkları kontrol altına alındı.
  • AB kriterlerine uygun şeffaf ve sorumlu mali politikalar benimsendi.

Bu yaklaşım, yatırımcılara yalnızca düşük vergi değil, aynı zamanda istikrarlı bir ekonomik ortam da sundu.